1 Ocak 2015 Perşembe

II. ABDÜLHAMİT



II. ABDÜLHAMİT

Otuz Dördüncü Osmanlı Sultânı



Babası: Abdülmecit 
Annesi: Tirimüjgan Sultan
Doğum Târihi: 21 Eylül 1842
Vefât Târihi: 10 Şubat 1918
Saltanat Müddeti: 31 Ağustos 1876 - 27 Nisan 1909
Türbesi: İstanbul’dadır.


Sultan Abdülmecit'in oğludur. Henüz 10 yaşındayken annesi Tirimüjgan Sultan ölünce, bakımını Abdülmecit'in diğer çocuksuz eşi Piristû Kadınefendi üstlendi. Piristû Kadın Efendi Abdülhamit'i kendi çocuğu gibi büyüttü. Babasının ölümünden sonra yerine geçen amcası Abdülaziz diğer şehzâdelerle birlikte Abdülhamit'in eğitimiyle de yakından ilgilendi. Abdülaziz 1867 yılında çıktığı Avrupa gezisine Abdülhamit'i de berâberinde götürdü.

Amcası Abdülaziz'in 1876'da tahttan indirilmesi ve şüpheli koşullarda ölümü, ağabeyi V. Murat'ın tahta geçirildikten üç ay sonra ruhsal çöküntü geçirdiği iddiâsıyla görevden alınarak Çırağan Sarayı'na hapsedilmesi olaylarına tanık oldu. 31 Ağustos 1876'da pâdişah îlan edildi ve 7 Eylül günü Eyüp'te kılıç kuşandı. Ağabeyinin yerine tahta geçirildikten sonra, her iki saltanat değişiminin mîmârı olan Midhat Paşa *'yı sadrâzam yaptı.

33 yıl pâdişahlık yaptıktan sonra 27 Nisan 1909’da tahttan indirildi, 3 yıl Selânik'te Alatini Köşkü’nde ev hapsinde tutulduktan sonra 1912'de İstanbul'a Beylerbeyi Sarayı’na getirildi. 10 Şubat 1918’de İstanbul’da vefât etti. Büyükbabası için Dîvanyolu'nda yaptırılmış Sultan II. Mahmut Türbesi'nde yatmaktadır.


Tahta Çıkışı

Abdülhamit tahta çıktığında Osmanlı Devleti büyük bir bunalım içindeydi. 1871'de Âlî Paşa *'nın ölümünden sonra saray ile Bâb-ı Âlî arasındaki çekişme alevlenmiş, 1875'te devlet borçlarını ödeyemez hâle düşerek Muharrem Kararnâmesi ile moratoryum îlan etmiş, Rusya'nın başını çektiği Pan-Slavizm akımının etkisiyle Balkanlar’da ulusal ayaklanmalar baş göstermişti. Yurt içinde Meşrûtiyet yanlısı görüşler güçleniyor, hattâ pâdişahlığın tasfiyesiyle “cumhûriyet îlânı” fikri tartışmaya açılıyordu.

Abdülhamit, tahta geçmeden Midhat Paşa *'ya verdiği taahhüt uyarınca 23 Aralık 1876'da, ilk Osmanlı anayasası olan Kânûn-i Esâsî'yi îlan etti. Meclis-i Mebûsan ve Âyân Meclisi üyelerinden oluşan ilk meclis 19 Mart 1877'de açıldı. Böylece I. Meşrûtiyet dönemi başladı. Pâdişah ile meclisin ülkeyi birlikte yönetmesi ilkesine dayanan anayasayla yargı bağımsızlığı ve temel haklar güvence altına alınmıştı. Ama egemenliğin kaynağı gene pâdişahtı. Abdülhamit, Kânûn-i Esâsî’nin 113. maddesiyle kendisine tanınan “idârî sürgün yetkisi”ni kullanarak, daha meclis toplanmadan Midhat Paşa'yı sürgüne yolladı.


Birinci Meşrûtiyet

Abdülhamit tahta çıktığında Balkanlar’da ayaklanmalar başlamış, Çarlık Rusya’sı Osmanlılara bir ültimatom vermişti. Büyük Avrupa devletlerinin İstanbul’da Tersâne Konferansı'nı toplayarak Balkan sorununu tartıştıkları ve Osmanlı Devleti’nden reformlar yapmasını istedikleri sırada, II. Abdülhamit siyâsal bir manevrayla 23 Aralık 1876'da Kânûn-i Esâsî’yi (anayasa) îlan etti. Böylece meşrûtî yönetime geçilmiş oluyordu.

Kânûn-i Esâsî uyarınca iki kanatlı bir parlamento oluşturuldu. Üyeleri seçim yoluyla belirlenen meclise Meclis-i Mebûsan, üyeleri atama yoluyla belirlenen meclise de Âyân Meclisi deniyordu. İki meclisten meydana gelen parlamento oluşmuş oldu.


93 Harbi

Rusya'nın Balkanlarda ıslahat için verdiği tekliflerin 10 Nisan 1877'de İbrâhim Edhem Paşa hükûmeti tarafından reddi üzerine "93 Harbi" olarak bilinen Osmanlı - Rus Savaşı çıktı. Osmanlı kamuoyunun zafer bekleyerek girdiği savaşta Rus orduları Balkan ve Kafkas cephelerinde Osmanlı kuvvetlerini bir dizi ağır yenilgiye uğratarak, doğuda Erzurum'u, batıda ise Bulgaristan'ın tamâmı ile İstanbul surlarına kadar Trakya'yı işgal ettiler. Mebûsan Meclisi'nde hükûmetin savaş politikalarına yöneltilen ağır eleştiriler üzerine Abdülhamit, meclisi 18 Şubat 1878’de süresiz olarak kapattı. Meşrûtiyet rejimine son vererek, yönetime tek başına egemen oldu.

Osmanlı - Rus Savaşı, 3 Mart 1878'de İstanbul surları dışındaki Ayastefanos'ta karargâh kuran Rus kuvvetlerinin dikte ettiği Ayastefanos Antlaşması ile sona erdi. Osmanlı Devleti’nin fiilen Rusya'nın egemenliğine girmesini öngören bu antlaşmaya, Rusya'nın aşırı derecede güçlenmesinden kaygı duyan öbür Avrupa devletleri karşı çıktılar. 13 Temmuz 1878’de Ayastefanos Antlaşması’nın yerine geçen Berlin Antlaşması imzâlandı. Yeni antlaşmayla Rusya'nın toprak kazanımları geri alındıysa da, Romanya ve Karadağ’a bağımsızlık verildi, Bulgaristan’da da Almanya ve Avusturya himâyesinde özerk bir prenslik oluşturuldu.


Ayastefanos Antlaşması

II. Abdülhamit'in karşı olmasına rağmen Midhat Paşa *, Dâmad Mahmud Paşa ve Redif Paşa gibi devlet adamlarının ısrarlarıyla girilen Osmanlı - Rus Savaşı, Osmanlı Devleti'nin yenilgisiyle sonuçlanmıştı. Rus orduları başkomutanı Grandük Nikolay Nikolayeviç, barış esaslarının mütârekeyle birlikte görüşülmesi şartıyla bu isteği kabul etti ve 3 Mart 1878’de İstanbul'un Yeşilköy semtinde ağır koşullar içeren bu antlaşma imzâlandı. Buna göre;
- Osmanlı Devleti'ne bağlı bir Bulgaristan Prensliği kurulacak, prensliğin sınırları Tuna'dan Ege'ye, Trakya'dan Arnavutluk'a uzanacak.
- Bosna-Hersek'e iç işlerinde bağımsızlık verilecek.
- SırbistanKaradağ ve Romanya tam bağımsızlık kazanacak ve sınırları genişletilecek.
- Kars, Ardahan, Batum ve Doğubayazıt Rusya'ya verilecek.
- Tesalya Yunanistan'a bırakılacak.
- Girit ve Ermenistan'da ıslahat yapılacak.
- Osmanlı Devleti Rusya'ya 30 bin ruble savaş tazmînâtı ödeyecekti.


Toprakları Elde Tutma Dönemi

Berlin Antlaşması Doğu Anadolu'daki Ermenilerin Rus himâyesine yönelmelerine engel olmak amacıyla, Osmanlı Devleti'nden bu bölgedeki Ermenilerin durumunu düzeltmeye yönelik bir dizi reform yapmasını talep etti. Abdülhamit yönetiminin bu reformları ertelemesi ve bölgedeki Kürt Aşîretlerini muhtemel bir Ermeni isyânına karşı silahlandırma yoluna gitmesi üzerine Ermeniler arasında devrimci ve milliyetçi örgütler güç kazandı. 1887'de Maraş'a bağlı Zeytun'da, 1891'de ise Siirt'e yakın Sason'da Ermeni devrimci örgütlerince desteklenen direniş hareketleri başlatıldı. 1895'te bu olayların ülke çapında bir ihtilâle dönüşmesi olasılığının doğması ve İstanbul'da Ermeni örgütlerinin Kumkapı'da Batı kamuoyunu etkilemeye yönelik bir ayaklanma düzenlemesi üzerine Kâmil Paşa hükûmeti tarafından Anadolu'da Ermeni topluluklarına yönelik sert bastırma tedbirleri alındı. Dördüncü Ordu Komutanı Müşir Zeki Paşa, Ermeni İsyânı’nı bastırmakla görevlendirildi. Doğuda Kürt aşîret reisleri Hâmidiye Alayları adı altında düzensiz milis birliklerinde örgütlendi.

1895 yazında tüm Anadolu taşrasında gerçekleşen kanlı olaylar Batı kamuoyunda genellikle "Ermeni katliâmı" olarak değerlendirildi; liberal Avrupa basınında Abdülhamit aleyhine şiddetli bir kampanya başlatılmasına sebep oldu. Fransız Akademisi üyesi târihçi Albert Vandal, ilk defâ Abdülhamit hakkında “Le Sultan Rouge” (Kızıl Sultan) lâkabını kullandı.

1897 yılında, Girit'in Yunanistan'a ilhâkını isteyen Yunan Hükûmeti’nin Tesalya sınırında ihlallere girişmesi üzerine meşhur tâbirle “barut kokusu” artık duyulmaya başlamıştı. Bunun üzerine Vükelâ Meclisi'ni mâbeyne çağrıldı. Pâdişah tarafından, durumun müzâkere edilip bir netîceye bağlanması emredildi. Meclis ara vermeden 56 saat durumu konuştu. Herkes Yunanlara harp açılmaması yolunda fikirler ileri sürdü. Bunu söyleyenler, durumumuzun iyi olmadığını îzah ederek harbe girmek hatâ olur diye rey veriyorlardı ki, ilk bakışta haksız da görünmüyorlardı. Bu fikrin baş müdâfîi İzzet Paşa * idi. Zaman zaman dışarı çıkarak pâdişâhın yanına gidiyor, müzâkereler hakkında bilgi veriyordu. Harp aleyhinde pâdişâhı da kandırmaya çalışıyor ve muhtemelen bu uğurda bâzı yanlış ve kötümser mâlumat da veriyordu. Fakat Rızâ Paşa ve birkaç cesur devlet adamı, eğer Yunanistan’a karşı korkak bir tavır içine girilirse, bütün Rumeli’nin parçalanacağını ve belki de İstanbul’un tehlikeye düşeceğini savundular ve Sultan II. Abdülhamit Han ile gizlice görüşerek bu fikirlerini ona bildirdiler. Zâten pâdişah da savaş taraftarıydı ve hemen hazırlıkların yapılmasını istiyordu. İşte tam bu sırada harekete geçen Yunan ordusu Alasonya’ya saldırdı. Hazırlıksız bulunan Yanya’daki tümenimiz, Yunan birlikleri önünden ric’at etmek zorunda kaldı. Bunun üzerine İstanbul’daki Birinci Ordu Umum Kumandanı Edhem Paşa kumandasında Yunanistan üzerine harekete geçti. Birkaç gün içinde Tırhala Yenişehrini ele geçirdi. Daha sonra Atina yolu üzerindeki Milona geçitlerine geldi ve burasını savunan Yunan ordusunu, 23 Nisan 1897 günü büyük bir mağlûbiyete uğrattı. Milona Meydan Savaşı ile Avrupalıların geçilemez dedikleri bu geçitleri aşan ordumuz, güneye çekilen Yunan ordusu ile, Atina ile Tesalya arasındaki Dömeke’de yeniden karşılaştı. Yunanların son müdâfaa hatları olan Dömeke’de, 25 bin kişilik Yunan ordusu perîşan edildi ve bir daha toparlanamadan darmadağın edildi. Bu muhârebede Abdülezel Paşa şehit düştü. Ordumuz hızla ilerleyerek birkaç saat içinde Atina'ya girdi. Bu sırada Vükelâ Meclisi toplantı hâlindeydi ve henüz zafer haberleri İstanbul’a ulaşmamıştı. Bütün vekiller, bu muhârebeden gâlibiyetle çıkılacağından endişeliydiler ve hüzün içinde bekleşiyorlardı. Zafer haberini telgrafla öğrenen Rızâ Paşa meclise giderek müjdeyi verince hepsi sevinçten ağlamaya başladılar. Hattâ Şûrâ-yı Devlet Reisi Saîd Paşa, onun eteklerine sarıldı. Pâdişâhın Özel Kalem Müdürü olan Fâik Bey de zafer haberini Sultan Abdülhamit Hân’a ulaştırınca: “Ömrüm oldukça kahraman kumandan askerimizin bu gayret ve sadâkatlerini ve memleketine ve vatanına ettiği hizmetleri kemiklerim dahi unutmayacaktır...” diye sevinç ve şükranlarını bildirdi. 15-17 Mayıs târihinde Dömeke'de yapılan muhârebede Yunan ordusu kesin bir yenilgiye uğradı. Avrupa devletlerinin müdâhalesi ile mütâreke yapıldı. Osmanlı lehine Tesalya sınırındaki bâzı küçük değişiklikler dışında savaştan önceki sınırlara dönüldü. Yunanistan Osmanlı Devleti'ne 4 milyon Lira savaş tazmînâtı ödemeyi kabul etti. Buna karşılık Girit'e özerklik verildi.


Tedbir Dönemi

II. Abdülhamit Meclis'i kapatarak yönetimi kendi eline aldıktan sonra Osmanlı târihinde ilk defâ geniş kapsamlı bir polis ve istihbârat örgütü kurdu. 1880 yılında Yıldız İstihbârat Teşkîlâtı’nı kurdu. Çok sayıda hafiyeden oluşan bu örgütün amacı Abdülhamit'in siyâsî rakipleri hakkında bilgi toplamak ve Abdülhamit'e karşı hazırlanan darbe veya ayaklanma girişimlerini önlemekti. Hafiyeler sâdece kendi başlarına bilgi toplamakla kalmıyor, halk arasında çok sayıda kişiye maaş bağlayarak geniş bir istihbârat ağı oluşturuyorlardı. Jurnalci adı verilen bu kişiler Abdülhamit yönetimine karşı olabilecek faaliyetleri bildiriyorlar, böylece vatana ve millete zararlı olabilecek her türlü hareketin önü önceden kesilmiş oluyordu.

Abdülhamit'in sıkıyönetim dönemi bâzı uzmanlarca Osmanlı Devleti'nin ömrünü 30-40 yıl daha uzatmış olduğu ileri sürülmüştür.Onlara göre Düvel-i Muazzama’nın bu Meclis'in açılmasını demokrasi ve insan hakları için değil, kendi adamları olan mebuslar eliyle iç idâreye daha rahat karışabilmek için istemiştir. İcrayı baskı altında tutan bir meclis vardı. Azınlık milletvekilleri, her bir grup arkasına bir Avrupa devletini alarak, üyesi olduğu bağımsız devletler kararı çıkarmak için uğraşmaktaydılar. GiritTesalya ve Yanya’nın Yunanistan'a bırakılması gerektiğini ifâde eden vekiller çıkmıştır. 240 üyeden sâdece 60-70 kadarının Türk asıllı olduğu düşünülürse, gayrimüslimlerin bu meclis üzerindeki etkileri daha iyi anlaşılabilir diye yorumlarlar.

II. Abdülhamit, 13 Şubat 1878'de Meclis'i feshetti. Durumdan rahatsız olan İngiltereV. Murat'ı pâdişahMidhat Paşa *'yı sadrâzam yapmak için Genç Osmanlılar’dan Ali Suavi'yi tahrik ederek târihe Çırağan Baskını olarak geçen başarısız darbeyi yaşattı. 23 devrimcinin ölümü ile sonuçlanan bu sonuçsuz darbe, II. Abdülhamit'in hafiye denilen gizli teşkîlâtını kurarak daha sıkı idâreyi ele almasına mecbur etti.


İkinci Meşrûtiyet

Abdülhamit’in örfî yönetimine karşı muhâlefet de giderek güçlendi. 1889'da İttihat ve Terakkî Cemiyeti kuruldu. 1908'de İttihat ve Terakkî yanlısı bâzı subaylar Manastır ve Selânik kentlerinde ayaklandılar. Bunun üzerine, Abdülhamit 24 Temmuz 1908'de anayasayı kardeşkanı dökülmesin diye yeniden yürürlüğe koymak zorunda kaldı ve II. Meşrûtiyet îlan edildi. Yapılan seçimlerle oluşturulan yeni Meclis 17 Aralık 1908’de açıldı.

Artan huzursuzluklar ve İttihat ve Terakkî karşıtlarının kışkırtmaları sonucunda, 13 Nisan 1909’da İstanbul’da ayaklanma çıktı. Rûmî Takvim ile 31 Mart günü patlak verdiği için bu ayaklanma 31 Mart Olayı olarak bilinir. Selânik’te kurulan Hareket Ordusu 23/24 Nisan gecesi İstanbul'a girerek ayaklanmayı bastırdı.

II. Meşrûtiyet dönemi ağırlıklı olarak İttihat ve Terakkî hükûmetlerinin yönetiminde geçti. Devlet yönetiminde İttihat önderleri Enver, Talat ve Cemal Paşalar etkili oldular. Bu dönemde Osmanlı Devleti, Trablusgarp, Balkan ve I. Dünyâ savaşlarına girdi. Üç savaşta da yenilgiyle ve toprak kayıplarıyla çıktı. I. Dünyâ Savaşı’nın hemen ardından VI. Mehmet, Îtilaf Devletleri’nin baskısıyla 21 Aralık 1918’de parlamentoyu kapattı.

İttihatçılar tarafından Abdülhamit dönemine "İstibdat Dönemi" (Devr-i İstibdad) adı verilir.


31 Mart Ayaklanması ve Tahttan İndirilişi

12 Nisan'ı 13 Nisan'a bağlayan gece, Taksim Kışlası'ndaki Avcı Taburu'na bağlı askerler subaylarına karşı ayaklanarak kendilerine önderlik eden din adamlarının peşinde Heyet-i Mebûsan'ın önünde toplandılar ve ülkenin şerîata göre yönetilmesini istediler. Hüseyin Hilmi Paşa Hükûmeti ayaklanmacılarla uzlaşma yolunu seçti ve hükûmet üyeleri tek tek istifâ etti.

Abdülhamit, olayların başlama sebebini hâtırâtında şu şekilde anlatır:

“Vekâyi'ın (olayların) ve acemi bir idârenin her gün bir sûretle izhar ettiği mevâdd-ı müşte-ile (tahrik edici hususlar) elbette infilak edecekti. Hattâ 31 Mart'a kadar tehiri bile şâyân-ı hayrettir. Hiçbir kimseye hesap vermek mecbûriyetinde bulunmadığım bir zamanda, ma'a'l-kasem (yemin ederek) têmin ederim ki ben bir fenâlık olmamasına elimden geldiği kadar çalıştım. Tehlikenin tehir-i vukûunda (gerçekleşmesinin gecikmesinde) bu mesâî-i hayırhahânenin dahli bulunduğunu zannederim.”

AyaklanmaHeyet-i Mebûsan üzerinde de etkili oldu. O gün İttihat ve Terakkî üyesi mebuslar, can güvenlikleri olmadığı için Meclis'e gitmediler. Bâzıları İstanbul'dan uzaklaşırken, bâzıları da kent içinde gizlendi. Bu arada ayaklanmacılar İttihatçı subaylarla mebusları buldukları yerde öldürüyorlardı. Hükûmetin ve Meclis'in etkisiz kalmasıyla, II. Abdülhamit yeniden duruma egemen oldu. Ayaklanmayı başlatan muhâlefet ise, herhangi bir programdan yoksun olduğundan önderliği elde edemedi.

İstanbul'da denetimi elinden kaçıran İttihat ve Terakkî asıl güç merkezi olan Selânik'teki Üçüncü Ordu'yu harekete geçirdi. Böylece ayaklanmayı bastırmak üzere Hareket Ordusu kuruldu. Ayaklanmacılar 23 Nisan'ı 24 Nisan'a bağlayan gece İstanbul'a girmeye başlayan Hareket Ordusu'na başarısız bir direniş çabasından sonra teslim oldular. Heyet-i Mebûsan ve Heyet-i Âyân da bir gece önce Yeşilköy'de toplanarak Hareket Ordusu'nun girişiminin meşrûluğunu onaylamışlardı.

Diğer bir iddiâya göre 31 Mart Ayaklanması’nı İttihat ve Terakkîİngiltere ve Abdülhamit’e Filistin nedeniyle husûmet besleyen Mason teşkîlatları tertip ederek Abdülhamit'i tahttan indirmeyi amaçlamışlardır. Nitekim Abdülhamit'in tahttan inmesiyle Yahudiler Filistin'de toprak satın alma izni almışlardır. İttihat ve Terakkî ise hiçbir etkisi olmayan Pâdişah Vahideddin sâyesinde yönetime tamâmen hâkim olmuştur. Abdülhamit’ten sonra imparatorluk hızlı bir parçalanma sürecine giderek İngiltere de istediğini elde etmiş oldu.

Ayaklanmanın bastırılmasından sonra sıkıyönetim îlan edildi ve ayaklanmacıların önderleri dîvân-ı harbde yargılanarak ölüm cezâsına çarptırıldılar. Muhâlefet hareketi önemli kayıplara uğradı. Ama en önemli gelişme, Meclis-i Umûm-i Millî adı altında birlikte toplanan Heyet-i Mebûsan ve Heyet-i Âyân'ın 27 Nisan'da II. Abdülhamit'in tahttan indirilmesini, yerine V. Mehmet'in geçirilmesini kararlaştırmasıydı. Ayrıca II. Abdülhamit'in İstanbul'da kalması da sakıncalı bulunarak Selânik'te oturması uygun görüldü. Dîvân-ı harb, II. Abdülhamit'i yargılamak istediyse de, yeni kurulan Hüseyin Hilmi Paşa Hükûmeti bunu kabul etmedi.

Abdülhamit, Selânik'ten gelen Hareket Ordusu’na karşı herhangi bir direniş göstermedi. Kendi hâtırâtında bunu kardeşkanı dökülmesin diye yaptığını yazar. Oysa Osmanlı paşaları bu toplama orduyu rahatlıkla geri püskürtebileceklerini pâdişâha arz etmişlerdi.


Adı

II. Abdülhamit'in ismi Latin harfli Türkçe metinlerde Abdülhamit, Abdulhamit, Abdulhâmid gibi değişik imlalar ile yazılır. Türk Dil Kurumu, günümüzde "Abdülhamit" şeklindeki yazımı benimsemiştir.


Şahsiyeti



Fiziksel Görünümü ve Kişiliği

Sultan Abdülhamit uzunca boylu, hafif kambur, esmerce tenli, uzunca burunlu, ela gözlü, hafif kıvırcık sakallı idi. Zekâ ve hâfızasının güçlü olduğu, açık bir tarzda konuştuğu, kendisine anlatılanları uzun müddet sabırla dinlediği söylenir.

Sultan Abdülhamit oldukça dindar bir insandı. Kızı Ayşe Sultan babasının dindarlığını şöyle anlatmıştır:

“Babam doğru ve tam dînî îtikâda sâhip bir Müslüman’dan başka biri değildir. Beş vakit namazını kılar, Kur’an-ı Kerîm okurdu. Dâimâ câmilere devam ettiğini, Ramazanlarda Süleymâniye Câmii'nde namaz kıldığını, o zamanlar câmide açılan sergilerden alışveriş ettiğini hikâye tarzında anlatırdı. Babam herkesin namaz kılmasını, câmilere devam edilmesini çok isterdi. Sarayın husûsî bahçesinde beş vakit Ezân-ı Muhammedi okunurdu. Babamın bir sözü vardı: "Din ve fen" derdi. "Bu ikisine de îtikat etmek câiz" derdi.”

Sultan Abdülhamit çalışkan bir pâdişahtı. Günde muntazam 15-16 saat çalıştığı söylenmektedir. Çalışma saatleri dışında hobi olarak marangozlukla uğraştı. Gençliğinde binicilik, yüzme, atıcılık, güreş gibi sporlar yaptı. Tiyatro ve operaya ilgi duyardı. Yıldız Sarayı'nda yaptırdığı tiyatroda çeşitli oyun ve operaları husûsî olarak getirtir ve âilesiyle birlikte seyrederdi. En sevdiği piyeslerden birisi, ünlü Alman şâiri Friedrich Schiller'in "Haydutlar" adlı eseriydi. La Traviata, Aida, Carmen, Faust, Manon en sevdiği operalardandı.


Kitap Koleksiyonu

Abdülhamit matbaa ve yayın işlerine çok meraklıydı. Modern matbaa makinelerini Türkiye'ye getirtip kaliteli dîvan eserleri bastırdı. Meselâ Cem Sultan Dîvânı'nı bastırıp bâzı nüshalarını İngiltere'ye, Almanya'ya ve Amerika'ya göndertti.

Abdülhamit dedektif romanlarına ve seyahatnâmelere çok meraklı bir pâdişahtı. Abdülhamit'in 2 ile 5 bin adet arasında olduğu rivâyet edilen bir polisiye roman koleksiyonu vardı, bunların birçoğu Yıldız Yağması sırasında ortadan kayboldu. Sherlock Holmes'un bütün mâcerâlarını eksiksiz olarak Osmanlıca’ya tercüme ettirmişti.

Abdülhamit Yıldız Sarayı’nda çok büyük bir kütüphâne kurdurtmuştu. Bu kütüphâne 4 bölümden oluşmaktaydı:

Yabancı dillerde Türkiye ile ilgili yazılmış eserler: Bunların içerisinde elyazması pek çok kitap vardır. Bunlar özel olarak tercüme ettirilerek têlif hakkı ödenmiş kitaplardır. Dolayısıyla bunları basmak ve dağıtmak yasaktı. Tek nüshadırlar.
Gazeteler: Kütüphâne, Avrupa'da çıkan bütün önemli gazetelere aboneydi. Dolayısıyla son derece zengin bir süreli yayın koleksiyonu mevcuttu.
Roman ve hikâyeler: 6.000 kadar kitap özel olarak saray için çevrilmişti. Bu romanlar haremde de okunur ve elden ele gezer, sonra kütüphâneye teslim edilirdi. Meselâ Carmen Silva'nın bütün eserleri mevcuttu. Kütüphânenin bir de Arapça ve Farsça eserleri içeren kısmı vardı ama bu kısım diğerlerine nazaran fakirdi.
Coğrafya ve seyahatnâmelerYıldız Sarayı’na kapanmış bir hayat süren Abdülhamit'in dünyâyı bu eserler sâyesinde tanıdığı ve tâkip ettiği söylenir.


Hakkındaki Görüşler

Özellikle Ermeni İsyânı’nı bastırırken kullandığı sert tedbirler nedeniyle Batılı târihçiler ve muhâlifleri arasında "Kızıl Sultan" adıyla bilinir. Öte yandan, taraftarları onu "Ulu Hâkan" gibi yüceltici lâkaplarla anarlar. Abdülhamit, baskıcı rejimi, azınlıklara karşı uyguladığı sert siyâset ve muhâfazakârlığı nedeniyle, günümüzde hâlâ onu destekleyen genellikle sağ siyâsî çevreler ile eleştiren sol çevreler arasında bir tartışma odağı olmaya devam etmektedir.

Önceleri İttihat ve Terakkî Fırkası içinde Sultan Abdülhamit'e karşı olan Filozof Rızâ Tevfik ve Süleyman Nazif sonradan duymuş oldukları pişmanlıklarını şiirleri ile dile getirmişlerdir.

Pâdişâhım gelmemişken ya da biz,
İşte geldik senden istimdâda biz,
Öldürürler başlasak feryada biz,
Hasret olduk eski istibdâda biz”
- Süleyman Nazif

İlber Ortaylı'ya göre "Dünyânın son hükümdârı, son evrensel imparator II. Abdülhamit Han'dır".

"Abdülhamit'in idâre tarzı âzamî müsâmahadır." Atatürk, Kaynak: Abdülhamit'in Kurtlarla Dansı, sf. 327, Mustafa Armağan

"Dünyâda 100 gram akıl varsa, bunun 90 gramı Abdülhamit Han'da, 5 gramı bende, kalan 5 gramı da diğer dünyâ siyâsîlerindedir." Prens Bismarck

"Ayıp, ayıp. Bu adam 32 sene hâkan ve halîfe idi. Sultan Hamit için şu söylenen, yazılan, çizilenlerin büyük kısmının yalan ve iftirâ olduğunu bildiğimiz hâlde, nasıl tahammül edip imkân veriyoruz? Bu iftirâ selinin yarınki muhâtapları da bizler olacağız." Ahmed Rızâ Bey'den Talat Paşa ve Eyüp Sabri Bey'e.

Kızıl Sultan iddiâsı, Albert Vandal adlı bir Fransız yazar tarafından ortaya atılmıştı. Atılış sebebi de, Abdülhamit'in Ermeni İsyanlarını bastırtmış olmasıdır. Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa kamuoyunda Abdülhamit'in kan dökücü bir pâdişah olduğu propaganda başlatıldı. İşte "Kızıl", yâni kan döken sultan lâkabı bu sırada asıldı boynuna. Hadi Ermenilerin böyle demesini anladık; iyi ama bir tekini bile îdam ettirmemiş olan Abdülhamit'e Jön Türkler neden "Kızıl Sultan" dediler? 1915'te yüz binlerce Ermeni'yi tehcir ettirecek olanlar, 25 yıl önce Ermeni propaganda ordusunun neferleri olmakta sakınca görmemişlerdi. Kaynak: "Abdülhamit Hakkında Yanlış Bildiğimiz 10 şey, Mustafa Armağan'ın 15 Şubat 2009, Pazar günü yazısı "


Projeleri



Gerçekleştirdiği Projeler


Ordu'nun Modernleştirilmesi ve Donanmanın Yok Edilişi

1879'da Osmanlı İmparatorluğunun hezîmetiyle sonuçlanan 93 Harbi’nden sonra, Sultan II. Abdülhamit Rus yayılmacılığına karşı Osmanlı Ordusu'nun modernleşmesi gerektiğine karar verdi ve bu yayılmacılıktan etkilenen diğer ülke olan Almanya ile işbirliğine karar verdi. Aralarında sonradan müşir rütbesi verilecek olan Baron Von Der Goltz komutasında bir Alman askerî heyeti İstanbul'a geldi. Von der Goltz, askerî okullarda köklü reformlar gerçekleştirip genç subayların yetiştirilmesi için önkoşulları oluşturdu. Ancak bununla birlikte Von der Goltz, Türk generallerinin günümüze kadar dayanan, herkesten daha modern yöntemlerle eğitilmiş olma ve en yeni askerî teknolojileri tâkip etme bilincinin temel taşını oluşturdu. Mâmâfih, Prusya geleneğinin bir diğer temeli olan askerlerin sivil siyâsete karışmama prensibini aşılamakta başarılı olamadığı Bâb-ı Âlî Baskını ile ortaya çıktı.

II. Abdülhamit döneminde Osmanlı Donanması pâdişâhın taht kaygıları ve İstibdat Dönemi'nin genel yapısı yüzünden yok denilebilecek düzeye indi. Öyle ki Osmanlı Donanması’nı incelemeye gelen İngiliz Amirallik Birinci Lordu William Palmer Osmanlı Donanması hakkındaki raporunda "donanma diye bir şey yoktu" yazmıştır. Dünyâda gemiler evrim geçirip zırhlı gemiler öne çıkarken, Abdülaziz'in donanması Haliç'te çürütülmüştür. Bu dönemde dünyâda ilk kez Osmanlı tarafından denenen ve denemelerde başarılı olan zırhlı denizaltılar "Abdülhamit" ve "Abdülmecit" bile Haliç'e terk edilmiştir, yâni Osmanlı Devleti önde başladığı denizaltı yarışına I. Dünyâ Savaşı'nda elinde tek denizaltı bile olmadan devam etmiştir. Donanma komutanı Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa da pâdişâhın istekleri doğrultusunda donanmanın işlevsiz kalmasına ses çıkarmamıştır.

Ordunun Von Der Goltz tarafından yeniden yapılandırılmasıyla birlikte Osmanlılar, Krupp ve Mauser gibi Alman şirketlerine ilk kapsamlı silah sipârişlerini verdiler. Von der Goltz, Almanya'nın ve Osmanlı Devleti'nin Doğu'daki nüfûzunu garantilemek için Bağdat Tren Yolu’nun inşâ edilmesini de destekledi. Bu fikir, yeni pazarlar bulmak için tren yollarının yapılmasını destekleyen Alman ekonomisinin çıkarlarıyla da örtüşüyordu. 1888 yılında Sultan II. Abdülhamit, Bağdat Tren Hattı inşâsı lisansını, Alman Bankası Deutsche Bank tarafından yönetilen bir Alman konsorsiyumuna verdi.

Osmanlı Ordusu’nun modern silahlar kullanmaya başlaması, 1897 Osmanlı - Yunan Savaşı’nda hemen semeresini gösterdi. Osmanlı Ordularının Atina'yı tekrar ele geçirmelerine ancak Rus Çarı II. Nikolay'ın Sultan II. Abdülhamit'e haber göndererek, eğer derhâl ateşkes sağlanmazsa Rus ordularının Erzurum'a hücum edeceğini bildirmesi engel oldu.


Eğitim

İlk kız okulları II. Abdülhamit zamânında açılmıştır. Nitekim bilgili bir kişi olan Abdüllatif Suphi Paşa'nın ilk defâ bir kız sanat okulu açma teşebbüsünde tereddüt geçirmesi ve titizlenmesi üzerine Abdülhamit, "Sen mektebi aç, ben arkandayım", diyerek açıktan destek vermiş ve çevresini, dâimâ kızların okuması için ilk adımları atmaya teşvik etmiştir.

Bilinenin aksine, Osmanlı târihinin en canlı eğitim hamlesi, Abdülhamit dönemine rastlar. Sevan Nişanyan'ın hesaplamalarına göre Türkiye, Abdülhamit dönemiyle kıyaslanabilecek bir okullaşma düzeyine yeniden ancak 1950'li yıllarda ulaşabilmiştir. Meselâ 1895'te Türkiye Cumhuriyeti sınırlarına tekâbül eden bölgede bine yakın (835) ortaokul ve lise bulunuyorken 1923'te bu sayı 95'e düşmüştür. 1895'teki yüz bine yakın öğrenci sayısı (97.837), 1950-51 sezonunda aşağı yukarı aynı seviyede seyretmektedir (90.356). Öncesiyle kıyaslandığında Abdülhamit dönemindeki eğitim patlaması daha görünür hâle gelir. Tahta geçtiği yıl 250 olan rüşdiye sayısı 1909'da 900'e, 6 olan idâdî sayısı 109'a çıkmıştır. 1877'de İstanbul'da sâdece 200 tâne modern ilkokul varken 1905'te 9 bine çıkmıştı. Her yıl ortalama 400 ilkokul açılmıştır ki, bu, Cumhûriyet döneminde bile kırılamamış bir rekordur.


Ulaşım



Demiryolu Ulaşımı
Büyük ölçüde gerçekleşen projelerden birisi Hicaz Demiryoludur. Bu proje Almanların finanse edip Haydarpaşa-Ankara arasında gerçekleştirdikleri Bağdat Demiryolu'nun aksine, finansmanıyla, inşaâtıyla, tasarımıyla, İslam âleminden toplanan bağışlarla tamâmen yerli bir girişimin eseridir.

Sirkeci ve Haydarpaşa garları Abdülhamit'in yaptırdığı önemli binâlardır. Haydarpaşa Garı'nın yapımına 30 Mayıs 1906'da başlanmıştır.


Karayolu Ulaşımı
II. Abdülhamit zamânında bütün Anadolu'yu baştanbaşa dolaşacak bir karayolu ağının (şose şebekesinin) projelendirilip tatbîkâta geçirildiği çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir. 1869 yılında getirilen bir sistemle halkın karayollarının yapımına katılması sağlanmıştı. Buna göre 16-60 yaş arası erkek nüfus ile her hânenin sâhip olduğu yük ve araba hayvanları senede 4 gün yol inşaâtında çalışacaktı. Bu sâyede inşaâtın hızla bitirilmesi sağlanmıştır. Gümüşhâne-Bayburt-Erzurum-Doğubayazıt-İran Karayolu (1879) hâricinde 12 bin kilometrelik bir güzergâha sâhip Samsun-Bağdat şosesi 1895 yılına kadar tamamlanmıştı. Açılan yollar Samsun'a göçü başlatmış ve bu şehrin önemli ölçüde büyümesi Abdülhamit döneminde olmuştur. Bursa için de durum böyledir. Hem şehir içi, hem de şehirlerarası yollarla Bursa, yeniden bölgenin önemli bir karayolu kavşağı hâline gelmiştir.


İletişim

İlk olarak 1877'de Posta Telgraf Teşkîlâtı, konuya daha etkenlik kazandırmak amacı ile aynı isimle bakanlık hâline getirildi. Ayrıca 27 Haziran 1900'de Posta Telgraf Teşkîlâtında ilk defâ bir "havâle kalemi" devreye sokulmuş, 30 Mayıs 1901'de Şehir Postaları kurulmuş, 30 Ağustos 1901'de ise postaların yerine daha hızlı ulaşabilmesi için demiryolları (o zamanki adı Şark Şimendiferleri Şirketi’yle özel bir anlaşma yapılmıştır. Telefon ise Avrupa'da kullanılmaya başlandığı târihten (1876) sâdece 5 yıl sonra, yâni 1881'de İstanbul'a getirilmiş ve sınırlı da olsa istifâdeye sunulmuştur. Telgraf hatları döşenmesine onun zamânında hız verilmiş, hattâ bu hatların her birinde meteorolojik gözlemler yapılması için tâlimat verilmiştir. Böylece telgraf hatlarının yaygınlaşmasıyla birlikte, hatların ulaştığı noktalardaki hava durumunun merkeze bildirilmesi imkân dâhiline girmekte, böylece bu çabalar çağdaş 'hava durumu' raporlarımızın başlangıcını oluşturmaktadır.


Sağlık

1899 yılında hâlen faaliyette olan Şişli Etfal Hastânesi’ni kurdu.


Teknoloji

Abdülhamit, 1899 yılında Japon İmparatoru Meiji'ye hediye edilmek üzere “Alâmet” isminde bir robot göndermiştir. Bu robot târihte bilinen ilk robot olma özeliğini taşımıştır. Fakat Alâmet isimli bu robot Ertuğrul Fırkateyni ile birlikte yapılan kazâda yok olmuştur.


Sosyal Yardımlaşma

25 Mart 1906 târihli fermânıyla Okmeydanı'ndaki Dârülaceze'yi kurdurmuştur.


Gerçekleştiremediği Projeleri

II. Abdülhamit XX. yüzyılın başlarında İstanbul'da Haliç'e, dahası Boğaziçi'ne birer köprü yaptırmayı düşündü, bunun için projeler hazırlattı. Fernidan Arnoden adlı Fransız mîmârın 1900 târihinde bir; Boğaziçi Demiryolu Kumpanyası'nın iki boğaz köprüsü projesi, gerçekleştirilememiş olsa da, en azından belgeleri, çizimleri, resimleri bulunmaktadır.

Gerçekleşemeyen ama projesi çizdirilen, fizibilitesi çıkartılan ve ihâlesi yapılarak inşâsına başlanan projelerden birisi de Yemen Demiryoludur. Raporu 1898'de o zamanlar Yemen Vâlisi olan (sonradan sadrâzamHüseyin Hilmi Paşa vermiş ve 1913 yılında inşâsına başlanmıştır. Ancak İtalyan kuvvetlerinin Yemen'deki Cibana Limanı’nı topa tutmasıyla çalışmalar durmuş ve proje iptal edilmiştir.


Döneminde Yapılan Mîmârî Eserler

Kültür, sanat ve mîmârî gibi konulara önem veren bir pâdişah olan Abdülhamit döneminde, özellikle yabancı mîmarların faaliyetleri göze çarpar. II. Abdülhamit'in pâdişahlığı döneminde yerli ve yabancı mîmarların yaptıkları mîmârî çalışmalardan bâzıları şunlardı;



Eşleri ve Çocukları

Nâzik-edâ Başkadınefendi (ö. 1895)'den: Ulviye Sultan
Sâfi-nâz Nûr-efzûn İkinci Kadınefendi. Çocuksuzdur.
Bedr-i Felek Başkadınefendi (1851-1930)'den: Mehmed Selim Efendi, Zekiye Sultan, Ahmed Nûrî Efendi (1878-1944).
Bîdâr İkinci. Kadınefendi (1858-1918)'den: Mehmed Abdülkâdir Efendi, Fatma Naîme Sultan.
Dilpesend Üçüncü Kadınefendi (1865-1901)'den: Nâile Sultan (1884-1957).
Mezîde Mestân Üçüncü. Kadınefendi (1869-1909)'den: Mehmed Burhâneddîn Efendi.
Emsâl-i Nûr Üçüncü. Kadınefendi (1866-1950)'den: Şâdiye Sultan (1886-1977).
Ayşe Dest-i Zer Müşfika (Kayıhân) Dördüncü Kadınefendi (1867-1961)'den: Ayşe Sultan.
Sazkâr Hanımefendi (1873-1945)'den: Refia Sultan (1891-1938).
Peyveste Hanımefendi (1873-1944)'den: Abdurrahim Hayrî Efendi.
Fatma Pesend Hanımefendi.
Behice Maan Hanımefendi (1882-1969)'den: Ahmed Nûreddîn Efendi, Mehmed Bedreddîn Efendi (22 Haziran 1901 - 13 Ekim 1903).
Sâliha Nâciye Kadınefendi (1887-1923)'den: Mehmed Abid Efendi.

Küçük Ölen Kızları

10. Hatice Sultan
11. Aliye Sultan (y. 1900). Bebekken ölmüştür.
12. Cemile Sultan (y. 1900).Bebekken ölmüştür.
13. Sâmiye Sultan


Dönemin Sadrâzamları



Mütercim Mehmed Rüşdi Paşa: * ** (1859-1860), (1866-1867), (1872-1873), (1876-1876), (1878-1878)



Midhat Paşa* ** (1872-1872), (1876-1877)



İbrâhim Edhem Paşa: * (1877-1878)

Çocukluğunda, 1822'de Sakız'da vukû bulan isyanlar ve çatışmalar esnâsında, kimi kaynaklara göre köle olarak satılmak, kimi kaynaklara göre ise İzmir'e kaçtıktan sonra evlatlık olarak verilmek sûretiyle sonradan sadrâzam olan Koca Mehmed Hüsrev Paşa *'nın velâyetine geçmiş olup, aslen Rum kökenlidir.

Koca Mehmed Hüsrev Paşa çocuklara olan sevgisi ile tanınmakla, 10 kadar kimsesiz çocuğu bu şekilde himâyesine almış ve çocukların çoğu sonradan önemli mevkilere gelmişlerdir. Zekâsıyla kısa sürede dikkat çeken İbrâhim Edhem Bey, Hüsrev Paşa'nın ve bizzat Pâdişah II. Mahmut'un gözetiminde Paris'e eğitim için gönderilmiş olup, Türkiye'nin çağdaş anlamda ilk mâden mühendisi olarak mêzun olmuştur.

26 Aralık 1876 - 5 Şubat 1877 târihlerinde Şûrâ-yı Devlet başkanlığı yapmıştır. Buradan sadrâzamlığa atanmıştır. Osman Hamdi Bey, İsmâil Gâlip Bey ve Halil Ethem Eldem'in babası, 1990 yılında öldürülen MİT Müsteşar Yardımcısı Hiram Abbâs'ın büyük dedesidir.

Yaşamının büyük bölümünü Mısır'da geçirmiş olan Türk mühendis paşalarından İbrâhim Edhem'in hayâtı hakkında bilinenler fazla değildir. Mısır'da yaşamış olduğu için Türkçe bibliyografyalarda, eserlerini Türkçe yazdığı için de Arapça kataloglarda genellikle yer almamıştır.

Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın (1769-1849) Mısır Beylerbeyliği sırasında, Kavalalı'nın oğlu Serasker İbrâhim Paşa'nın (1789-1848) komutasındaki orduda köprü yapımı ve harita çalışmalarıyla meşgul olmuş, 1820-21 yıllarında askerî öğrencilere aritmetik, geometri, resim ve istihkâm dersleri vermiş, 1836'da mirlivâ rütbesiyle askerî mühendis, 1842'de de Harp Malzemeleri Müfettişi olmuştur. Yıllarca Mısır çöllerinde dolaştığından, ağır bir göz hastalığına tutulmuş, tedâvî olmak için 1848 yılında Fransa, İtalya, İsviçre, İngiltere gibi bâzı Avrupa ülkelerine gitmiştir. Ancak buralarda da hastalığının tedâvîsi mümkün olmamış, çâre olarak daha serin yerlerde yaşaması ve güneş gözlüğü kullanması tavsiye edilmiştir. 1853'te görevli olarak iki yıllığına İstanbul'a gitmiş, burada bulunduğu süre içinde gözleri, güneş gözlüğünü nâdiren kullanacak kadar düzelmiştir.

İbrâhim Edhem Paşa'nın nerede öldüğü kesin olarak belli değilse de, İstanbul'da, Eyüp Sultan Câmii yakınına gömüldüğü bilinmektedir.


Ahmed Hamdi Paşa* (1878-1878)

Eski sadrâzamlardan Melek Ahmed Paşa *’nın soyundan gelen ve Sadrâzam Hüsrev Paşa *’nın kethüdâsı olan Yahyâ Bey’in oğludur. 1826 senesinde İstanbul’da doğdu. Tahsîlini tamamladıktan sonra, 1841’de Bâb-ı Âlî’de eski kethüdâ kaleminde mêmuriyete başladı. Daha sonra sadâret mektubî kalemine tâyin edildi. 1852’de serasker mektupçuluğuna getirildi ve on sene sonra Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî dâiresinde âzâ oldu. Burada 1868 senesine kadar kaldı ve derece derece yükselerek “recai” sırasına girdi.

Aynı sene ûlâ sınıf-ı evveli rütbesi ve 10.000 Kuruş maaş ile Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliye âzâlığına tâyin edildi. Bir süre Hukuk Dâiresi Riyâseti vekâletinde bulunduktan sonra bâlâ rütbesi ile Evkâf-ı Hümâyun Nezâreti’ne getirildi ve birçok câmi, medrese, mektep ve diğer hayır kurumlarını tâmir ettirdi.

1871’de Aydın Vâliliğine tâyin edilen Ahmed Hamdi Paşa, bir sene vâlilik yaptıktan sonra, önce Tuna Vâliliğine, Şirvânîzâde Rüşdi Paşa *’nın sadrâzam olması üzerine de tekrar Mâliye Nezâreti’ne getirildi.

Hüseyin Avni Paşa’nın sadârete tâyininden kısa bir süre sonra ikinci defâ Aydın, buradan da Suriye Vâliliğine gönderildi. Fakat Şam’ın iklimi kendisine iyi gelmediğinden, istifâ etti. 1877 senesinde Dâhiliye Nezâreti’ne tâyin edildi.

93 Harbi’nin son günlerinde İbrâhim Edhem Paşa’nın sadâretten ayrılması üzerine yerine Ahmed Hamdi Paşa getirildi. Ancak çok geçmeden Osmanlı Ordularının kesin bir şekilde mağlûbiyete uğramaları ve Edirne’de şartları çok ağır bir mütâreke mukâvelesinin imzâlanmasından sonra sadâretten alınarak, üçüncü defâ Aydın Vâliliğine gönderildi.

Bir sene sonra Bağdat Vâliliğine tâyin edildi. Altı ay sonra tekrar Aydın Vâliliğine nakledildi. Bu sırada Suriye Vâlilisi Midhat Paşa *’nın istiklâlini îlâna hazırlandığı haberi sultana bildirilince, Hamdi ve Midhat Paşaların yerleri değiştirildi.

Ahmed Hamdi Paşa, Beyrut’ta teftiş için bulunduğu sırada 59 yaşında iken vefât etti. Beyrut’taki Mekteb-i Sultânî civârında defnedilip, üzerine bir türbe inşâ ettirildi.

24 gün gibi kısa bir süre sadrâzamlık yapan Ahmed Hamdi Paşa, cesur, açık sözlü bir zattı. Sistemli bir tahsil görmemiş olmasına rağmen, üzerine aldığı vazîfelerde, elinden geldiği kadar gayret göstermiştir.


Ahmed Vefik Paşa* (1878-1878), (1882-1882)

Türkçülük hareketinin öncülerindendir.

İki defâ Maârif Nâzırlığı yaptı. 4 Şubat 1878 - 18 Nisan 1878 ve 1 Aralık 1882 - 3 Aralık 1882 târihleri arasında iki defâ başvekillik görevine getirildi. Bursa Vâliliği sırasında bu kentte bir tiyatro yaptırmakla ün kazanmış ve ismi Bursa ile özdeşleşmiştir.

İstanbul’da doğdu. Hâriciye Nezâreti mêmurlarından Rûhiddîn Efendi’nin oğludur. 1831 yılında İstanbul’da başladığı eğitimini, babasının görevi nedeniyle gittiği Paris’te Saint Louis Lisesi’nde tamamladı. Paris’te bulunduğu süre içinde Fransızcayı anadili gibi öğrendi ve 1837’de yurda döndüğünde Tercüme Odasında çalıştı.

1840’ta elçilik kâtibi göreviyle Londra’ya gitti ve İngilizce öğrendi. Sırbistanİzmir, Eflak ve Boğdan’da görev yaptıktan sonra 1842'de İstanbul’a döndüğünde başmütercim olarak Tercüme Odası’nda görev aldı ve devlet salnâmesi hazırlanmasında görevlendirildi. İlerleyen yıllarda çeşitli görevlerde bulunduktan sonra Tahran’a elçi olarak atanarak Fars dilini ve İran târihinin kökenlerini öğrendi. Elçilik binâlarına bayrak asma âdetini getiren, Tahran’da elçi iken elçilik binâsını Osmanlı Devleti toprağı olarak îlan edip bayrak çektiren Ahmed Vefik Paşa olmuştur.

1857’de kısa bir süre için Adâlet Bakanlığı görevine getirildi. 1860’ta Paris büyükelçisi, 1861’de Bursa’da Evkâf Nâzırı oldu. Halkın şikâyetleri üzerine Bursa’daki görevinden alınarak yıllarca resmî bir görev verilmedi, bu süre içinde Türk târih ve edebiyâtına yeni eserler ve tercümeler kazandırdı.

1872’de birinci defâ olarak Maârif Nâzırı oldu ama 1873’te görevden alındı. Kısa bir süre Edirne Valiliği yaptı. 18 Mart 1877’de çalışmalarına başlayan ilk Meclis-i Mebûsan’ın İstanbul üyesi olarak seçilmiş, Meclis-i Mebûsan'ın başkanlığını yapmıştır.

1878’de tekrar Maârif Nâzırı, daha sonra da başvekil oldu ama görevden alındı. 1879-1882 yılları arasında Bursa Vâlisi olarak görev yaptı, tekrar başvekil atandı ama üç gün sonra görevden alındı. Ölümüne kadar Rumelihisarı’ndaki evinde ilmî ve edebî çalışmalar yaptı.

2 Nisan 1891’de İstanbul’da ölmüştür, mezarı Rumelihisarı Mezarlığı’ndadır. İlk Türkçe sözlüklerden biri olan Lehçe-i Osmânî'yi hazırlayan, Türk târihinin Osmanlı ile başlamadığını gündeme getiren ve savunan Ahmed Vefik Paşa, bâzılarına göre Osmanlı Türklerinin ilk Türkçüsüdür.

"Fezleke-i Târih-i Osmânî" (Kısa Osmanlı Târihi) ve "Hikmet-i Târih" (Târih Felsefesi) adlı târih eserleri vardır. "Şecere-i Türkî" isimli eseri Çağatay Türkçesi'nden Osmanlı Türkçesi'ne çevirmiştir.

Bursa Vâliliği sırasında bugün kendi adıyla anılan bir tiyatro yaptırdı. Moliere’in 16 eserini uyarladı, Victor Hugo ve Voltaire’in eserlerini tercüme etti. Ahmed Vefik Paşa, tiyatroda, Tomas Fasulyacıyan Kumpanyası’na kendi tercüme ve adaptasyonlarını oynattırır, her gün provalara gider, bir rejisör gibi oyunla ilgilenir ve mêmurları oyunu izlemeye mecbur tutardı. Bu tür hareketleri yüzünden sevilen bir adam olarak tanındı.


Mehmed Sâdık Paşa* (1878-1878)

1870-72 arasında Aydın (İzmir) Vâliliği yapmıştır. Aslen Polonyalıdır. Devşirmedir. Polonezköy'ün kurucusudur. 18 Nisan 1878’de Sadrâzam Ahmed Vefik Paşa görevden alındığında, rüsûmat emîni iken sadrâzamlığa getirildi. Ancak kısa süre sonra azledildi.

İstanbul, uzun yıllar Polonyalı göçmenlerin en önemli yerleşim merkezi oldu. Türkler, yurtsever Lehlere Türk yurdunu dâimâ açık tuttular; onlara yurt kurabilecekleri toprak verdiler; yardımlarda bulundular. 1774’te Rusya ile imzâlanan Küçük Kaynarca Antlaşması’na göre, bu göçmenlerin Rusya’ya iâdesi gerektiği hâlde, anlaşmanın o maddesi uygulanmadı. XIX. yüzyılda, baskı altındaki Polonyalılar ayaklanma hazırlıkları yaptılar. 1831, 1848 ve 1863’te gerçekleştirilen ayaklanmalar, Polonya târihinin önemli olayları arasında yer almakla birlikte, Türk târihini de yakından ilgilendiriyordu. Bu ulusal ayaklanmada başarı sağlayamayan devrim liderleri, başlarını ancak Osmanlı Devleti’ne sığınarak kurtarabildiler. Bunların bir kısmı İstanbul’a geldikten sonra da mücâdelelerini sürdürdüler. Rusya ile Avusturya, bu mültecîlerin iâde edilmesini ısrarla talep ettiler; ama zamânın pâdişâhı Abdülmecit, bu talepleri reddederken şu sözü de dünyâ üzerinde yankılandı: “Tahtımı veririm; fakat devletime sığınanları aslâ geri vermem!…”

Polonyalı mültecîlerİstanbul’a yerleştikten sonra, Türk Ulusu’nun gelişimi için önemli hizmetlerde bulundular. Bunların en ünlüsü, 1848 ayaklanmasına katılan ve "Murat Paşa" adını almış olan General Jozef Bem oldu. Arkadaşlarıyla birlikte İslam dînini kabul eden Murat Paşa, Halep’teki Osmanlı Ordusu’nun komutanlığına atandı. O dönemin bir başka ünlü Polonyalısı, Kont Michal Czajkowski idi. 1850’de Müslüman olunca "Mehmed Sâdık" adını alan Sâdık Paşa, Kırım Savaşı esnâsında Kazaklardan oluşan Polonya Lejyonu’nun komutanı oldu. 1853-1856 yılları arasında Ruslar’a karşı kahramanca savaşan Sâdık Paşa’nın birliğine pâdişah tarafından nişan ve sancak verildi. Kocasıyla birlikte Müslüman olan Ludwika Czajkowska tanınmış kadın bilgindi ve Osmanlı sarayında saygı dolu dostluklar kurmuştu. Sâdık Paşa 1886’da Cihangir’deki evlerinde vefat eden eşini, görkemli bir cenâze töreniyle Polonezköy’de toprağa verdi. Köy sâkinleri daha sonra onun anısına bir anıtmezar yaptılar. Sâdık Paşa ise daha sonra Polonya'ya dönmüş ve yeniden Katolik olmuştur.


Mehmed Esad Saffet Paşa* (1878-1878)

Kazâlarda voyvodalık yapan Sürmeneli Mehmed Hulûsî Ağa’nın oğludur. 1814 yılında İstanbul Fâtih’teki Haydar Mahallesi’nde doğdu. Babası Mehmed Hulûsî Ağa bir arâzi anlaşmazlığını çözmek için Sürmene’ye gitti ve Sürmene’de vefât etti. Mehmed Esad Saffet Paşa anne tarafından abisinin de yardımıyla 17 yaşında devlet dâiresinde göreve başladı. Güzel Fransızcası onun birçok göreve getirilmesine vesile oldu.

Sadâret Müsteşarlığı da olmak üzere on beş defâ değişik nezâret görevini îfâ etti. Altı defâ Hâriciye Nâzırlığı, üç defâ Maârif Nâzırlığı görevinde bulundu. 1854 yılında Maârif Nâzırlığı yaptığı sırada Mekteb-i Sultânî adıyla bugünkü Galatasaray Lisesi’ni kurdu. Galatasaray Lisesi o devride 7 dilde eğitim veren dünyâda tek okuldu. Maârif Nâzırlığı görevi sırasında eğitimde büyük reformlar yapmıştır.

1878 yılında 4 Haziran 1878 - 4 Aralık 1878 târihleri arasında altı ay boyunca Osmanlı Devleti’ne sadrâzamlık yapmıştır. Görevinden alınarak dış elçilik görevine atanmıştır.

Mezarı Çemberlitaş'ta II. Mahmut Türbesi hazîresindedir. 2 erkek 1 kız çocuk babası olan Saffet Paşa'nın kızı Aliye Hanım Samsun Mutasarrıfı Hamdi Bey ile evlenmiştir. Bu evlilikten gazeteci, yazar ve karikatürist olan Sedat Simâvî doğmuştur.


Tunuslu Hayreddîn Paşa* (1878-1879)

Çerkez veya Abaza asıllı olan Hayreddîn Paşa, yaklaşık olarak 1821 yılında doğmuş ve küçük yaşında köle tüccarlarının eline düşerek Kafkasya’dan İstanbul’a getirilmiştir. Reisülulemâ ve Nakîbüleşraf Kıbrıslı Tahsin Bey tarafından satın alınarak, tâlim ve terbiye edildikten sonra, Tunus Beylerbeyi Ahmed Paşa’ya verildi. Zekâsı, çalışkanlığı ve kâbiliyetiyle vâlinin dikkatini çeken Hayreddîn’in tahsiline özel ihtimam gösterildi. Bâzı ilimlerin yanında fıkıh ve Tunus’a gelen Fransız subaylarından da Fransızca ve askerî dersler aldı. Daha sonra Avrupa’ya gönderilerek riyâziye (matematik), tabiiye (doğabilim), hukuk ve târih okudu. Tunus’a döndüğünde askerî garnizonlarda vazîfe aldı.

1842’de binbaşı, 1843’te yarbay ve 1846’da miralay oldu. 1850’de mirlivâlık rütbesiyle süvârî asâkiri kumandanlığına tâyin olundu. Dönüşünde Tunus’ta çeşitli mêmuriyetlerde bulundu. 1863 senesi sonlarında mêmuriyetlerinden istifâ etti.

FransaPrusya, İsveç, Danimarka, Hollanda ve Belçika devletlerinin başşehirlerini dolaştı. 1864’te Tunus’ta zuhur eden bir ihtilal üzerine, fevkalâde mêmuriyet ile İstanbul’a gönderildi. İstanbul’daki vazîfesini yerine getirdikten sonra, tekrar Tunus’a gitti. Daha sonra tekrar Fransaİngiltere, İtalya, Prusya ve Avusturya devletlerinin başşehirlerini dolaştı.

1871’de vezîr-i mübâşir (görevli vezir) unvânıyla Tunus Eyâleti borçlarının indirilmesi ve birleştirilmesi için teşkil olunan komisyon başkanlığına tâyin edildi. Tunus Hükûmeti’nin, İtalya’dan aldığı borcun ödenmesiyle ilgili çıkan ihtilâfı arz etmek üzere İstanbul’a geldi. 1873’te Tunus’a döndü.

1878’de İstanbul’a dâvet edilerek vezirlik rütbesiyle Meclis-i Âyân âzâlığına, daha sonra da yeni teşkil olunan Mâliye Komisyonu Reisliğine tâyin olundu. 1878’de sadrâzamlığa getirildi. 93 Harbi denilen Osmanlı - Rus Harbi sonrasında sadârete getirilen Hayreddîn Paşa, bu makamda 7 ay 26 gün kaldı. Pâdişâhın yetkilerini yok sayması ve pâdişâha saygısızlık sayılabilecek bâzı isteklerde bulunması sebebiyle, 1879’da sadâretten azledildi. Hayreddîn Paşa, “Akvem-ül-Mesâlih fî Mârifeti Ahvâl-il-Memâlik” adlı bir eser yazdı. Ancak, İbnü’l-Kayyım el-Cevzî’nin bozuk fikirlerinden etkilenerek yazdığı bu eserinin basımı yasaklandı.

Hayreddîn Paşa, tutulduğu nikris hastalığının şiddetlenmesi sonucunda 1890’da İstanbul’da vefât etti. Eyüp’te Bostan İskelesi’nde hazırlanan kabre defnolundu. Mehmed Nûrî, Mehmed Hadi, Mehmed Tâhir, Mehmed Sâlih, Mahbube ve Behiye adlı altı evlâdı vardı.


Ahmed Ârifî Paşa* (1879-1879)

Özel eğitimle yetişti, birkaç dil öğrendi. 1846’da babası Mehmed Sekip Paşa’nın büyükelçi olduğu Viyana’ya birinci kâtip olarak gönderildi. 1849’da Bâb-ı Âlî Tercüme Odası’na girdi. 1856’da Âlî Paşa * ile birlikte Paris’te bir kongreye katıldı, döndüğünde Bâb-ı Âlî’deki görevinin yanı sıra kendisine beylikçilik görevi de verildi.

1871’de Hâriciye Müsteşarı, 1872’de Viyana elçisi oldu. Eğitim ve inceliğiyle Sultan Abdülaziz’in ilgisini çekerek yeniden Dîvân-ı Hümâyun tercümanlığına getirildi. Bir yıl sonra Matbuat Müdürlüğü de kendisine verildi. Daha sonra, vezirlik aşaması verilerek, 1874’te Râşid Paşa’nın yerine Hâriciye Nâzırı oldu. Sekiz ay bu görevi sürdürdü ve kısa aralıklarla Maârif ve Adliye nâzırlıklarında bulunduktan sonra, 1875’te ikinci kez Viyana elçiliğine gönderildi. 1877’de Paris’e elçi oldu.

Kısa bir süre sonra, Âyân Meclisi üyeliğine, daha sonra da başkanlığına getirildi. Osmanlı - Rus Savaşı sırasında, gergin olan Türk-Fransız ilişkilerini düzeltmeye çalıştı.

Başvekillikte 2 ay 20 gün kaldı. Rumeli ve Anadolu’da âşâr sisteminin düzeltilmesi ve İstanbul’un elektriğe kavuşturulması başlıca başarılarından sayılır. 1880’de Şûrâ-yı Devlet Reisliğine getirildi. Diplomasi dilinin Türkçeleştirilmesinde emeği geçen Ârifî Paşa ölümüne kadar Meclis-i Mahsus-i Vükelâ üyeliğinde kaldı.


Küçük Mehmed Saîd Paşa* (1879-1880), (1880-1882), (1882-1882), (1882-1885), (1895-1895), (1901-1903), (1908-1908), (1911-1912)

Âilesi aslen Ankaralı olduğu hâlde mêmuriyet nedeniyle bulundukları Erzurum'da doğdu. İslâmî ilimler okumak için geldiği İstanbul'da bir süre sonra kalemiye sınıfına geçerek küçük mêmuriyetlere girdi. 26 yaşından sonra Fransızca öğrendi.

Şûrâ-yı Devlet'te mêmur iken 1869'da İdâre-i Umûmiye-i Vilâyat Nizamnâmesi’ni (İller Genel Yönetimi Yönetmeliği) yazarak Âlî Paşa *'nın takdîrini kazandı. Maârif Nezâreti mektupçuluğunda bulundu. II. Abdülhamit'in cülûsunda mâbeyn başkâtipliğine atanması (1 Eylül 1876) kariyerinin dönüm noktası oldu. Daha önce önemli bir görevde bulunmadığı hâlde, yeni pâdişâhın tahta geçtiği gün bugünkü "Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğine" eş olan bu makâma getirilmesi çeşitli yorumlara yol açtı.

Saîd Bey'in, V. Murat'ın tahttan indirilmesi ve Abdülhamit'in saltanâtı ile sonuçlanan olaylarda, tam niteliği bilinmeyen bir rol oynadığı rivâyet edildi. Abdülhamit tahta geçer geçmez, Tanzîmat'tan beri Bâb-ı Âlî'de odaklanan siyâsî iktidârın dizginlerini Yıldız Sarayı'na çekmeye başladı. Bu süreçte Saîd Paşa sık sık eleştirildi.

4 Şubat 1878'de Ahmed Vefik Paşa'nın ısrârıyla saraydaki görevinden alındı, ancak Heyet-i Âyân Başkanlığına atandı. Ali Suavi Vakâsı’ndan sonra etrâfındaki herkesten kuşkulanan Abdülhamit'in emriyle Ankara Vâliliğine gönderildi. Ancak kısa bir süre sonra geri çağırılarak 18 Ekim 1879'da "başvekil" unvânıyla sadrâzamlığa atandı. Bu târih, Abdülhamit'in ilk dönemindeki siyâsî belirsizliklerin sona erdiği ve iktidârın mutlak olarak saraya geçtiği târih olarak kabul edilebilir.

Saîd Paşa'nın ilk sadrâzamlıklarının önemli olayları, Yıldız Mahkemesi'nde Midhat Paşa *'nın yargılanarak îdâma mahkûm edilmesi (27 Haziran 1881), Muharrem Kararnâmesi ile Osmanlı borçlarının konsolide edilmesi ve Düyûn-u Umûmiye İdâresi'nin kurulması (20 Aralık 1881), Mısır'ın İngiliz denetimine girmesi (11 Temmuz 1882) ve Doğu Rumeli'nin Bulgaristan'a ilhâkıdır (18 Eylül 1885). Bu son olaydan ötürü Saîd Paşa azledildi ve uzun süre görevden uzaklaştırıldı.

8 Haziran 1895'te Ermeni Meselesi'nin çıkması üzerine Batılı devletlerin talebiyle reformlar yapmak üzere tekrar göreve getirildi. Ancak 30 Eylül'de İstanbul'da Ermeniler tarafından düzenlenen bir gösterinin kanlı olaylara neden olması üzerine azledildi. Azlinden iki ay sonra pâdişah tarafından saraya çağrılınca, öldürüleceğinden çekinerek İngiltere sefâretine sığındı. Yazılı güvence verilmesi üzerine çıktı. 6 yıl kadar polis gözetimi altında zor bir hayat yaşadı.

1901'de tekrar sadrâzam atandı. Kendi ifâdesine göre bu defâ sadâret vazîfesini, icrâ mêmurluğundan ibâret gördü. Sadrâzamlığın "bostan korkuluğu derecesine" düşürülmesinden şikâyet etti. Rumeli'nde çıkan isyânın şiddetlenmesi üzerine 22 Temmuz 1908'de bir kez daha sadârete atandı. Ertesi gün Abdülhamit'in isteği doğrultusunda Meşrûtiyet’in yeniden îlânına aracılık etti. İki hafta sonra pâdişâhın kabine listesine karışmasını gerekçe göstererek istifâ etti. Meşrûtiyet'in îlânından sonra tekrar toplanan Âyân Meclisi’nde paşa tekrar başkanlık görevini üstlendi.

31 Mart Olayı’ndan sonra, otuz yıldan beri karmaşık bir sadâkat ve nefret ilişkisiyle bağlı olduğu II. Abdülhamit'in tahttan indirilip Selânik'e sürülmesinde başrolü oynadı. Ezelî rakîbi Kâmil Paşa'nın güç kazanmasını önlemek için İttihat ve Terakkî Cemiyeti'ne yakınlaştı.

1911'de İtalyanların Trablusgarp'ı istilâsı üzerine çıkan kabine krizinde, meclisteki İttihat ve Terakkî grubunun desteğiyle bir kez daha sadrâzamlık makâmına geldi. Meşrûtiyet’in îlânı dolayısıyla oluşan umutların dağıldığı ve ülkenin hızla felâkete sürüklendiği bir dönemde, İttihat ve Terakkî'nin fiilî egemenliği altında dokuz buçuk ay imparatorluğu yönetti. 1912 Şubat’ında yapılan "Sopalı Seçim"de İttihat ve Terakkî'nin zorbalık ve hîle ile Meclis-i Mebûsan'ı ele geçirmesine göz yumdu. 16 Temmuz 1912'de, Halaskâr Zâbitan adlı bir askerî cuntanın İttihat ve Terakkî tahakkümüne karşı verdiği muhtıra üzerine sadrâzamlıktan son kez istifâ etti. Bir buçuk yıl sonra vefât etti. Eyüp Sultan Câmii girişine defnedildi.


Cenanîzâde Mehmed Kadri Paşa: * (1880-1880)

6 Ağustos 1874 - 7 Eylül 1874 ve 11 Şubat 1876 - 4 Şubat 1877 târihleri arasında İstanbul Şehremîni (İstanbul Belediye Başkanı) olmuştur.

Kıbrıs Mutasarrıfı İshak Paşa’nın oğludur. 1832 yılında Antep'te dünyâya gelmiştir. Temel eğitiminden sonra, İslâmî ilimleri, edebiyâtı, Arapça ve Farsça’yı memleketinde öğrenmiş, İstanbul’a geldikten sonra Fransızca ve İngilizce ve çağdaş bilimleri tahsil etmiştir.

Mêmuriyete Antep Kazâsı nüfus mukayyitliği ile başlamış, burada nüfus nâzırlığına geldikten sonra İstanbul’a taşınmıştır. Bir süre Tercüme Odası'nda çalışan Kadri Bey, 1864’te Mahkeme-i Ticâret-i Bahriye Reisliğine gelmiş, Meclis-i Âlî-i Hazâin başkâtipliği, Meclis-i İdâre-i Bahriye Reisliği gibi görevlerden sonra Altıncı Belediye Dâiresi Reisliğine tâyin edilmiştir. Bir ara Nâfia Nezâreti’nde müsteşarlık yapan ve sonradan tekrar Altıncı Belediye Dâiresi’ne atanan Kadri Paşa, buradan şehremânetine tâyin olunmuş, kısa bir süre Nâfia Nezâreti’nde ve Bahriye Müsteşarlığında bulunduktan sonra tekrar şehremâneti görevine tâyin edilmiştir. Bir sene kadar bu görevde kalan Kadri Paşa daha sonra 5 Şubat 1877 - 4 Şubat 1878 târihlerinde Şûrâ-yı Devlet Reisliği, Sivas ve Bağdat Vâliliği yapmıştır.

İstanbul’a Dâhiliye Nâzırı olarak dönen ve buradan Ticâret Nezâreti’ne atanan Kadri Paşa daha sonra kısa bir süre için sadrâzamlık yapmış, hemen ardından ise Edirne Valiliğine atanmış ve 11 Şubat 1884’te burada vefât etmiştir. Mezarı Sezâî Dergâhı civârındadır.

Kendisine kayınbabası İzmir Vâlisi Hekim İsmâil Paşa'dan intikal eden Boğaziçi Kanlıca'daki XIX. yüzyıl ortalarından kalma yalısı bugün paşanın ismiyle, Kadri Paşa Yalısı olarak anılmaktadır ve torunlarının mülkiyetindedir.

Kadri Paşa, Hekim İsmâil Paşa’nın kızı Adviye ile evlenir, bu evlilikten Seniye, Afife, Makbûle, Mediha, Şevket, İsmâil isimli çocukları dünyâya gelir. Kanlıca da bulunan yalıda yaşayan âile, uzunluğu 110 metreyi bulan yalının gemi kazâları sonucu yıkılıp parçalanmasıyla, dağılır. Yıkılan bölümler üçüncü şahıslara satılır. Ana binâdan kalan kısmın şimdiki sâhipleri, Seniye ile evlenen Doktor Nazif Bey’in üç çocuğundan biri olan kızı Günseli Görgün ve eski İstanbul Belediye Başkanı Prof. Kamuran Görgün'ün oğlu Adlan Görgün ile evliliğinden olan çocuklarıdır (Taçlan-Mutlan). Bu yalı, İstanbul Boğazı’nda hâlâ ilk sâhipleri tarafından yaşatılmaya çalışılan çok az eserden biridir.


Abdurrahman Nûreddîn Paşa* (1882-1882)

Âilesi köken olarak Germiyanoğulları Âilesi’ne mensuptu. Babası Hacı Ali Paşa, oğlunun iyi bir eğitim almasını sağlamış; daha sonra da idârî işlerin inceliklerini öğretmiştir.

Paşa, bâzı küçük mêmurluklardan sonra, Şumnu, Varna ve Niş mutasarrıflıkları ile Prizren, Tuna, Ankara, Diyarbakır ve Bağdat vâliliklerinde bulunmuş, Sadrâzam Küçük Mehmed Saîd Paşa'nın yerine kısa bir süre başvekil olmuştur.

Mısır meselesine ilişkin görüşleri II. Abdülhamit tarafından paylaşılmadığı için sadâretten azledilmiştir. 1882-1891 yılları arasında 9 yıl boyunca Kastamonu Vâliliği yapmış, görev süresi boyunca günümüze kadar gelen eserler bırakmıştır. Bunlar arasında bir liman şehri ve ticâret merkezi olarak İnebolu ve Kastamonu Lisesi başta gelmektedir.

İzmir (Kasım 1891 - Mayıs 1893) ve Edirne vâliliklerinden sonra 1895'ten îtibâren 12 yıl süreyle Adliye Nâzırlığı görevini yürütmüştür.

Kariyeri boyunca dürüstlüğüyle tanınmıştır. 1912'de İstanbul'da vefât etmiştir, kabri Fâtih Sultan Mehmet Türbesi’nin hemen yanındadır. Tanınmış Türk müzikoloğu Hüseyin Sâdeddîn Arel’in kızı Pakize Hanım'la evlenmiş olup, dâmâdıdır. Dâmâdının oluşturduğu muazzam kütüphâneyi bulunduran konağı İstanbul'un işgâli sırasında Fransızlarca kasıtlı olarak yakılmıştır.

Abdurrahman Nûreddîn Paşa, ayrıca, Türk Sanat Müziği üstâdı Münir Nûreddîn Selçuk'un dayısıdır.


Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa* (1885-1891), (1895-1895), (1908-1909), (1912-1913)

Lefkoşa'da doğmuştur. Bugün Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti sınırları içinde bulunan Gâzîler Köyü’nden Topçu Yüzbaşı Sâlih Ağa'nın oğludur. Kariyerine Osmanlı Devleti'ne nominal bir bağımlılığı olan ve Kavalalı Mehmed Ali Paşa soyundan hıdivlerin yönetimindeki Mısır'da başlamıştır.

1851 Londra Dünyâ Fuarı esnâsında hıdivin oğullarından birine refâkat ederek İngiltere'yi ziyâret etmiş, çok iyi derecede İngilizce öğrenmiş ve ömür boyu sürecek bir İngiliz hayranlığına kapılmıştır. Osmanlı Devleti bünyesindeki kariyeri boyunca da İngiltere'ye yakın olarak bilinmiştir. Mısır'da on yıl kaldıktan sonra, 1860 yılında Osmanlı Devleti hizmetine geçmiştir.

Doğu Rumeli, Hersek, Kosova, İzmir (ismen Aydın) ve memleketi Kıbrıs gibi pek çok vilâyette vâlilik görevleri yaptıktan sonra 1885 yılında ilk kez sadrâzamlığa atanmıştır.

Son sadrâzamlığı Bâb-ı Âlî Baskını ile son bulmuş, istifâsını sadrâzamlık makâmına gelen Enver Paşa'nın kendisini tabanca ile tehdit etmesi sonucu vermiştir.

İstifâsından sonra yakın dostu Lord Herbert Kitchener tarafından dâvet edildiği Kâhire'de üç ay kaldıktan sonra, (1878'de İngiliz yönetimine giren memleketi Kıbrıs'ta yerleşmiş, Osmanlı siyâsetinde rüzgârların değişmesini beklemiştir. Ancak kendisinden sonra sadrâzam olan Mahmud Şevket Paşa *'nın suikaste kurban gitmesi ve İttihatçıların muhâlif siyâsetçileri sürgüne yollamaya başlamaları ile ümitleri son bulmuştur. Sürgün edilenler arasında bulunan âilesi de Kıbrıs'a yanına gelmiştir. Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa bu esnâda, İngiltere'ye gitmeye hazırlanırken, 14 Kasım 1913 günü kalp krizi veya senkoptan ölmüş, Lefkoşa Arap Ahmed Paşa Câmii'ne gömülmüştür.

Kendisi aynı zamanda Kıbrıslı tiyatro sanatçısı Zeki Alasya'nın da büyük dayısıydı.


Kabaağaçlızâde Ahmed Cevat Paşa* (1891-1895)

Kısaca Ahmed Cevat Paşa veya âilesi Şâkirpaşalar Âilesi olarak bilindiğinden Cevat Şâkir Paşa şeklinde de anılır. 1851 yılında İstanbul'da doğmuş, 1900'de Şam'da vefât etmiştir.

Şûrâ-yı Askerî üyesi Afyonlu Kabaağaçlızâde Mustafa Âsım Bey'in oğludur. İlköğrenimini Bursa ve İstanbul'da yaptıktan sonra Harbiye'ye girdi. Harbiye'den 1869’da mêzuniyetinden sonra Erkân-ı Harbiye'ye alındı ve buradan da birincilikle mêzun oldu. Kısa zamanda terfî görerek önce kolağası ve o sıralarda yazdığı “El-Ma’lûmâtü’l-Kâfiye fî Ahvâl-il-Memâlik-il-Osmâniyye” adlı eserini pâdişâha takdim ile binbaşı oldu.

93 Harbi’nde Tuna Ordusu’na gönderilen Cevat Şâkir Paşa, önce Başkumandan Süleyman Paşa'nın yâverliğinde, sonra kaymakam rütbesiyle Necip Paşa Fırkası’nın erkân-ı harbiye reisliğinde (kurmay başkanlığı) bulundu. 27 yaşındayken miralaylığa terfî ederek Peyker Paşa Kolordusu’nun erkân-ı harbiye reisliğine getirildi. Harpten sonra 1878 Berlin Antlaşması hükümlerinin uygulanmasında görevlendirildi.

1884’te Çetine elçiliğine tâyin edilerek rütbesi mirlivâlığa yükseltildi. Burada iki yıl kalan Cevat Şâkir Paşa rahatsızlığı sebebiyle Viyana’ya gitmek için izin istedi ise de, İstanbul’a gelmesi emrolundu. II. Abdülhamit'in dikkatini çeken ve takdîrini kazanan Cevat Şâkir Paşa, dönüşünden sonra İstanbul’da Teftiş-i Askerî Komisyonu üyeliğine getirildi.

Girit’teki karışıklıklar üzerine Girit fevkalâde kumandanlık ve vâli vekilliğine tâyin edildi. Adadaki Müslüman ve Hıristiyan ahâliye iyi idâresi ile kendini sevdirerek belli bir uzlaşma ve âhenk ortamı têsis eden Cevat Şâkir Paşa hizmetine karşılık 40 yaşında müşirliğe yükseltildi. 1891'de de değerini takdir eden pâdişah tarafından sadrâzamlığa getirildi (1891).

Cevat Şâkir Paşa'nın 3 yılı aşkın sadrâzamlığı esnâsında tâkip ettiği siyâset dâhilde ve hâriçte barışın muhâfazası oldu. Sadrâzamlığının en önemli konusu Ermeni Sorunu olmuştu. Cevat Şâkir Paşa, konusuna hâkim ve ülke menfaatlerine müdrik bir devlet adamı sıfatıyla, sert fakat âdilâne kararlar aldı. 1894'te sadrâzamlıktan alınarak Nişantaşı’ndaki evinde ikâmete mecbur edildi. Bu sırada Girit’te yeniden karışıklıkların çıkması üzerine Girit Fırka-i Askeriye Kumandanlığına tâyin edilerek 1897’de adaya gönderildi. Girit’te Avrupa devletleri tarafından özel bir yönetim tarzının empoze edileceği anlaşılıp, bu arada da Almanya İmparatoru Kayzer II. Wilhelm'in Suriye ve Filistin'e seyahat yapması kesinleşince, Cevat Şâkir Paşa kayzerin mihmandarlığına getirildi. Ancak imparatorla görüşmesinden sonra karargâhı Şam’da bulunan Beşinci Ordu Kumandanlığına tâyin edildi. Burada rahatsızlanan Cevat Şâkir Paşa, doktorların verdiği raporla İstanbul’a geldi ve 1900’de vefât etti. Fâtih'te Buharalı Emir Ahmed Türbesi karşısında inşâ edilen özel bir türbede gömülüdür.

Cevat Şâkir Paşa, aydın, bilgili ve dürüst bir devlet adamıydı. ArapçaFarsçaFransızca, Rumca ve İtalyanca bilirdi. Türkçe'de emsâli bulunmayan 10 ciltlik Târih-i Askerî-i Osmânî adlı eseri çok değerlidir. Eserde Osmanlı İmparatorluğunda eskiden beri mevcut muhtelif askerî teşekkül ve müesseseler, 1826 yılına kadarki önemli savaşlar hakkında bilgi verilmektedir. Yalnız yeniçerilere âit olan birinci cildi basılmıştır. Ayrıca kıyâfetleri ve o devrin silah ve teçhîzâtını gösterir bir albümü Paris’te basılmıştır. Bunlardan başka, “Riyaziyenin Mebahis-i Dakikası”, “Kimyânın Sanâyie Tatbîki”, “Semâ ve Telefon” gibi bilimsel eserleri de mevcuttur. Ancak 24 nüshası yayınlanan "Yâdigâr" adlı bir de dergi çıkarmıştır.

Sadrâzamlığım esnâsında Bâb-ı Âlî bahçesinde yaptırdığı kütüphâne bugün de Cevat Paşa Kütüphânesi adı ile anılmakta olup, Başbakanlık Osmanlı Arşivlerinin bir deposudur. Beş bin ciltlik şahsî kütüphânesini İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne bağışlamıştır. Kardeşi Mehmed Şâkir Paşa da önemli devlet hizmetlerinde bulunmuş, ağabeyinin görevden alınarak ev hapsine mahkûm edilmesi üzerine uğradığı haksızlığı kınamak için istifâ ederek Büyükada'da hâlen Şâkirpaşa Köşkü olarak anılan evine çekilmiştir. Cevat Şâkir Paşa, kardeşi Mehmed Şâkir Paşa'nın oğlu olan ve Halikarnas Balıkçısı olarak tanınan Cevat Şâkir Kabaağaçlı'nın amcasıdır. Şâkirpaşalar Âilesi olarak anıla gelen âile fertleri arasında özellikle sanat alanlarında ismini duyurmuş pek çok isim yetişmiştir.


Halil Rifat Paşa* (1895-1901)

Selânik Vilâyeti’nin Siroz Sancağı’na bağlı Lika Köyü’nde "Bölükbaşı Âilesi" olarak tanınan bir âilenin çocuğu olarak doğmuştur.

Halil Rifat Paşa, Osmanlı bürokrasi kademesinin en altı olan tahrirât kaleminden, en üst makam olan sadrâzamlığa kadar yükselmiş önemli bir devlet adamıdır. Sıbyan mektebinde yeteneği fark edilip bölge eşrâfından bir zâtın himâyesinde İstanbul'da Mülkiye Mektebi’nde eğitimini tamamlamıştır.

Kâtip olarak mêmuriyete başlayarak bürokrasi içinde yetişen Halil Rifat, çeşitli vilâyetlerde dîvan kâtipliği, mektupçuluk, mutasarrıflık, vâlilik ve sonra Dâhiliye Nâzırlığı ve sadrâzamlık vazîfelerinde bulundu. Mêmuriyet hayâtındaki en parlak icraatlarını Sivas, Aydın (İzmir) ve Manastır Vilâyeti vâlilikleri dönemlerinde gerçekleştirdi. Balkanlar’da eşkıyâya karşı orijinal mücâdele taktikleri ve Anadolu’da bayındırlık alanında vatandaş-devlet işbirliği ile gerçekleştirdiği çalışmalarla şöhrete ulaştı.

1882'de o devirde vilâyet merkezi olan Sivas'a vâli olarak gönderilmiştir. Yol, içme suyu, tarım, orman alanlarında bölgeye çok hizmet vermiştir. Trabzon-Canik-Elazığ-Malatya-Hasançelebi sınırına kadar 410 kilometrelik Bağdat Yolu’nu yaptırmış, bu yol üzerinde 314 köprü ve 829 menfez inşâ etmiştir. Çamlıbel’e kendi parası ile bir çeşme, Tokat-Niksar-Ünye’ye kadar olan 76 kilometrelik şoseyi, Kelkit Çayı üzerinde 630 metre uzunluğunda 41 gözlü Hâmidiye Köprüsü'nü yaptırmıştır. Bunlar dışında 55 köprü ile 32 menfez inşâsını gerçekleştirmiştir. Yozgat-Çorum sınırına kadar 63 kilometre yol açtırmış ve köprüler yaptırmıştır. Merzifon-Osmancık arası yolu 59 kilometrelik bir şose ile bağlattırmıştır; Şebinkarahisar’dan Trabzon ve Giresun illerine kadar, 64 kilometrelik bir yol ile Sivas-Hafik-Zara-Koyulhisar-Mesudiye ve Ordu illerine kadar 212 kilometrelik şose, 92 köprü, 300’den fazla menfez yaptırmıştır.

Ayrıca Sivas’ın kasabalarının ve birçok köyün yollarını inşâ ettirmiştir. Yol dâvâsındaki şu sözü târihe geçmiştir: “Gidemediğin yer senin değildir.” Bütün bu hizmetleri sonunda Sivas’tan görev îcâbı ayrılarak İzmir’e tâyin olmuştur. 1885-1886 ve 1889-1891 yılları arasında iki dönem İzmir Vâliliği yapmıştır.

XIX. yüzyıldaki yüzlerce vâli arasında özellikle yol yapımı konusunda isim bırakan tek şahsiyet Halil Rifat Paşa’dır. Dâhiliye Nâzırlığı ve sadrâzamlığının ilk yıllarında en fazla meşgul olduğu mesele Ermeni İsyanları idi. Dâhiliye Nâzırlığı görevindeyken başlattığı Dârülaceze projesinin sadrâzamlığının altıncı ayında tamamlanmasıyla resmî açılışını bizzat yapabilmiştir. II. Abdülhamit döneminde bütün işlerin saraydan yürütüldüğü ve sadrâzamların nispeten az rolünün bulunduğu bir zamanda, yumuşak huyluluğu ve pâdişâha sadâkati sâyesinde 9 Kasım 1901’de vefât edene kadar makâmını muhâfaza edebilmiştir. 6 yıllık bu sadrâzamlık görevi esnâsında da başarılı hizmetlere imzâ atmıştır.

1901 yılında vefât etmiştir. Eyüp'te defnedilmiştir. Bostan İskelesi Sokağı ile Boyacı Sokağı’nın birleştiği yerde, tam köşedeki türbe Halil Rıfat Paşa'ya âittir. Sadrâzam Halil Rıfat Paşa bir karakter olarak “Elvedâ Rumeli dizisinde de canlandırılmıştır.


Avlonyalı Mehmed Ferid Paşa* (1903-1908)

1851 târihinde ArnavutlukYanya’da doğmuştur. AvlonyaMutasarrıf Mustafa Nûrî Paşa’nın oğludur. Yanya Rum Lisesi’nde okumuş, özel öğretmenlerden yedi yıl ArapçaFransızcaİtalyanca ve Rumca dersleri aldı.

1867 yılında babasının Resmo Mutasarrıflığında, Resmo Cinâyet Meclisi başkâtipliği görevi ile mêmuriyete başlamıştır. 1889’da vezirlik rütbesi ile Konya Vâliliği yapmış, 1903 yılında, Rumeli Islahat Komisyonu Reisliği görevinde bulunduğu sırada, sadrâzam olmuştur.

Konya Vâlisi iken önemli başarılar kazanmış, pâdişâha sadâkatle hizmet etmiştir. Bir ara Konya’yı ziyâret eden Alman elçisinin güvenini kazanıp, onun tarafından pâdişâha methedildiği ve nihâyet saray mensuplarından İzzet Paşa *’nın güvenini kazanmış olduğu da söylenir.

Devlet işleri daha da ağırlaşmadan Sadrâzam Saîd Paşa’nın azline gerek görüldüğünden İstanbul’a dâvet edilmiş, kendisinden sadâkat senedi alınarak sadrâzam tâyin edilmiştir. Mehmed Ferid Paşa, Kânûn-i Esâsî’nin tekrar îlan edilmesi zorunluluğu ortaya çıkınca azledilmiştir. Azil nedeni olarak da; Rumeli’de çıkan olayları yatıştıramaması, pâdişâha meşrûtî yönetimin kabul edilmesi tavsiyesinde bulunması ve Meşrûtiyet için İttihat ve Terakkî’ye yardım ettiği iddiâları vardır. Esas neden ise, Kânûn-i Esâsî’nin tekrar îlan edilmesinde yeni bir sadrâzama ihtiyaç duyulmuş olmasıdır. Ayrıca yeni dönemde deneyimli bir sadrâzam atanarak başta İngiltere olmak üzere Düvel-i Muazzama’nın desteğinin alınması düşünülmüştür. İttihat ve Terakkî ile mücâdele döneminin Sadrâzam Mehmed Ferid Paşa’nın görevinden alınması, sorumluluğun da ona yüklenmesi anlamına geliyordu. Yapılan hükûmet değişikliğinde, sadrâzam ve Serasker Rızâ Paşa dışındaki hükûmet üyeleri yerlerinde bırakılmıştır.

1914’te İtalya, Sanremo’da vefât etmiştir.


Hüseyin Hilmi Paşa* (1909-1909), (1909-1910)

1855'te Midilli'de doğdu. Sonradan İslâm'ı seçmiş bir Rum âilesinin soyundan gelir. İlk eğitimin Midilli'de aldı ve çok iyi Fransızca öğrendi.

Osmanlı idâresinde devlet görevine sekreter olarak başladı ve yavaş yavaş yükseldi. 1897'de Adana'ya 1902'de de Yemen'e vâli oldu. Aynı yıl, 1902'de Balkanlarda Osmanlı Devleti adına gözlemlerde bulunmak üzere Makedonya Müfettiş-i Umûmîliği görevine atandı.

1908'de Osmanlı Anayasası'nın yeniden yürürlüğe girmesinden sonra Osmanlı Devleti'nin Dâhiliye Nâzırı oldu. Sadrâzamlıktan sonraki görevi, 1912'de atandığı Viyana büyükelçiliği olmuştur.

Osmanlı Devleti'nin son Viyana büyükelçisi olarak yedi yıl görev yaptıktan sonra sağlık sorunları nedeniyle görevi bırakan Hilmi Paşa, Viyana'da yaşamayı sürdürmüş ve aynı kentte 1922'de hayâtını kaybetmiştir. Cenâzesi İstanbul'a getirilmiş ve Beşiktaş'taki Yahyâ Efendi Dergâhı’nda toprağa verilmiştir.

Bestekâr Nazife Güran'ın dedesidir.


Ahmed Tevfik Paşa* (1909-1909), (1918-1919), (1920-1922)

Kırımlı Ferik İsmâil Hakkı Paşa'nın oğludur.

Subayken askerden ayrılarak Bâb-ı Âlî Tercüme Odası'na girdi. 1872'den sonra çeşitli dış görevlerde bulundu, Atina ve Berlin'de elçilik yaptı. 1908'de II. Meşrûtiyet'in îlânından sonra Âyân Meclisi üyeliğine atandı31 Mart Olayı sırasında istifâ eden Hüseyin Hilmi Paşa'nın yerine sadrâzamlığa getirildi.

Hareket Ordusu'nun İstanbul'a girerek denetimi ele geçirmesi ve II. Abdülhamit'i tahttan indirilmesi üzerine istifâ etti. Daha sonra Londra elçiliğine atandı.

I. Dünyâ Savaşı'ndan sonra Ahmed İzzet Paşa *'nın istifâsı üzerine ikinci kez sadrâzamlığa getirildi. Ocak 1919'da pâdişâha yakın kişilerden oluşan yeni bir hükûmet kurdu. Ama bu değişikliğin Hürriyet ve Îtilaf Fırkası'nı tatmin etmemesi üzerine istifâ etmek zorunda kaldı.

Paris Barış Konferansı'nda (1919) Osmanlı heyetine başkanlık etti.

21 Ekim 1920'de Dâmad Ferid Paşa *'nın yerine sadrâzamlığa getirildi. Görevi sırasında Ankara Hükûmeti'ne, Londra Konferansı'na (Şubat-Mart 1921) birlikte katılmayı önerdi, ama Mustafa Kemal'in bunu reddetmesi üzerine konferansta Ankara Hükûmeti'ni Bekir Sâmi Bey, İstanbul Hükûmeti'ni ise Tevfik Paşa temsil etti. Konferans sırasında Türkiye'nin tek temsilcisinin Ankara Hükûmeti olduğunu belirterek sözü Bekir Sâmi Bey'e bıraktı.

1 Kasım 1922'de Saltanâtın Kaldırılması'ndan sonra istifâ etti (4 Kasım 1922). 1934'te Okday soyadını aldı.

8 Ekim 1936'da vefât etti ve Edirnekapı Şehitliğine defnedildi.











Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yapabilirsiniz.