II. ABDÜLHAMİT
Otuz Dördüncü Osmanlı Sultânı
Babası: Abdülmecit
Annesi: Tirimüjgan Sultan
Doğum Târihi: 21 Eylül 1842
Vefât Târihi: 10 Şubat 1918
Saltanat Müddeti: 31 Ağustos 1876 - 27 Nisan 1909
Türbesi: İstanbul’dadır.
Sultan Abdülmecit'in oğludur. Henüz 10
yaşındayken annesi Tirimüjgan Sultan ölünce, bakımını Abdülmecit'in diğer
çocuksuz eşi Piristû Kadınefendi üstlendi. Piristû
Kadın Efendi Abdülhamit'i kendi çocuğu gibi büyüttü. Babasının ölümünden sonra
yerine geçen amcası Abdülaziz diğer şehzâdelerle birlikte Abdülhamit'in
eğitimiyle de yakından ilgilendi. Abdülaziz 1867 yılında çıktığı Avrupa gezisine
Abdülhamit'i de berâberinde götürdü.
Amcası Abdülaziz'in 1876'da tahttan indirilmesi ve şüpheli koşullarda ölümü, ağabeyi V. Murat'ın tahta geçirildikten üç ay sonra ruhsal çöküntü geçirdiği iddiâsıyla görevden alınarak
Çırağan Sarayı'na
hapsedilmesi olaylarına tanık oldu. 31 Ağustos 1876'da pâdişah îlan edildi ve 7
Eylül günü Eyüp'te kılıç kuşandı. Ağabeyinin yerine tahta geçirildikten
sonra, her iki saltanat değişiminin mîmârı olan Midhat Paşa *'yı
sadrâzam yaptı.
33 yıl pâdişahlık yaptıktan sonra 27
Nisan 1909’da tahttan indirildi, 3 yıl Selânik'te Alatini Köşkü’nde ev hapsinde tutulduktan sonra 1912'de İstanbul'a Beylerbeyi Sarayı’na getirildi. 10 Şubat 1918’de İstanbul’da vefât etti.
Büyükbabası için Dîvanyolu'nda yaptırılmış Sultan II. Mahmut Türbesi'nde yatmaktadır.
Tahta Çıkışı
Abdülhamit tahta çıktığında Osmanlı
Devleti büyük bir bunalım içindeydi. 1871'de Âlî Paşa *'nın ölümünden sonra saray
ile Bâb-ı Âlî
arasındaki çekişme alevlenmiş, 1875'te devlet borçlarını ödeyemez hâle düşerek
Muharrem Kararnâmesi ile moratoryum îlan etmiş, Rusya'nın başını çektiği Pan-Slavizm akımının etkisiyle Balkanlar’da ulusal ayaklanmalar baş göstermişti. Yurt içinde Meşrûtiyet
yanlısı görüşler güçleniyor, hattâ pâdişahlığın tasfiyesiyle “cumhûriyet îlânı” fikri tartışmaya açılıyordu.
Abdülhamit, tahta geçmeden Midhat Paşa *'ya
verdiği taahhüt uyarınca 23 Aralık 1876'da, ilk Osmanlı anayasası olan Kânûn-i Esâsî'yi îlan etti. Meclis-i Mebûsan ve Âyân Meclisi üyelerinden oluşan ilk meclis 19 Mart 1877'de açıldı.
Böylece I. Meşrûtiyet dönemi başladı. Pâdişah ile meclisin ülkeyi birlikte yönetmesi ilkesine dayanan anayasayla yargı bağımsızlığı ve temel haklar
güvence altına alınmıştı. Ama egemenliğin kaynağı gene pâdişahtı. Abdülhamit, Kânûn-i
Esâsî’nin 113. maddesiyle kendisine tanınan “idârî sürgün yetkisi”ni
kullanarak, daha meclis toplanmadan Midhat Paşa'yı sürgüne yolladı.
Birinci Meşrûtiyet
Abdülhamit tahta çıktığında Balkanlar’da ayaklanmalar başlamış, Çarlık Rusya’sı Osmanlılara bir ültimatom vermişti. Büyük Avrupa devletlerinin İstanbul’da Tersâne Konferansı'nı toplayarak Balkan sorununu
tartıştıkları ve Osmanlı Devleti’nden reformlar yapmasını istedikleri sırada, II.
Abdülhamit siyâsal bir manevrayla 23 Aralık 1876'da Kânûn-i Esâsî’yi
(anayasa) îlan etti. Böylece meşrûtî yönetime geçilmiş oluyordu.
Kânûn-i Esâsî uyarınca iki kanatlı bir
parlamento oluşturuldu. Üyeleri seçim yoluyla belirlenen meclise Meclis-i Mebûsan, üyeleri atama yoluyla belirlenen
meclise de Âyân Meclisi deniyordu. İki meclisten meydana gelen parlamento oluşmuş oldu.
93 Harbi
Rusya'nın Balkanlarda ıslahat için verdiği tekliflerin 10 Nisan 1877'de İbrâhim Edhem Paşa hükûmeti tarafından reddi üzerine "93 Harbi" olarak bilinen Osmanlı - Rus Savaşı çıktı. Osmanlı kamuoyunun zafer bekleyerek girdiği savaşta Rus orduları Balkan ve Kafkas cephelerinde Osmanlı kuvvetlerini
bir dizi ağır yenilgiye uğratarak, doğuda Erzurum'u, batıda ise Bulgaristan'ın tamâmı ile İstanbul surlarına kadar Trakya'yı işgal ettiler. Mebûsan Meclisi'nde hükûmetin savaş politikalarına yöneltilen ağır eleştiriler üzerine Abdülhamit,
meclisi 18 Şubat 1878’de süresiz olarak kapattı. Meşrûtiyet rejimine son vererek, yönetime tek başına egemen oldu.
Osmanlı - Rus Savaşı, 3 Mart 1878'de İstanbul surları dışındaki Ayastefanos'ta karargâh kuran Rus kuvvetlerinin
dikte ettiği Ayastefanos Antlaşması ile sona erdi. Osmanlı Devleti’nin fiilen Rusya'nın egemenliğine girmesini öngören bu antlaşmaya, Rusya'nın
aşırı derecede güçlenmesinden kaygı duyan öbür Avrupa devletleri karşı
çıktılar. 13 Temmuz 1878’de Ayastefanos Antlaşması’nın yerine geçen Berlin Antlaşması imzâlandı. Yeni antlaşmayla Rusya'nın toprak kazanımları
geri alındıysa da, Romanya ve Karadağ’a bağımsızlık verildi, Bulgaristan’da da Almanya ve Avusturya himâyesinde özerk bir prenslik oluşturuldu.
Ayastefanos Antlaşması
II. Abdülhamit'in karşı olmasına rağmen Midhat Paşa *, Dâmad Mahmud Paşa ve Redif Paşa gibi devlet adamlarının
ısrarlarıyla girilen Osmanlı - Rus Savaşı, Osmanlı Devleti'nin yenilgisiyle sonuçlanmıştı. Rus orduları
başkomutanı Grandük Nikolay Nikolayeviç, barış esaslarının mütârekeyle
birlikte görüşülmesi şartıyla bu isteği kabul etti ve 3 Mart 1878’de İstanbul'un Yeşilköy semtinde ağır koşullar içeren bu antlaşma imzâlandı. Buna
göre;
- Osmanlı Devleti'ne bağlı bir Bulgaristan Prensliği kurulacak, prensliğin sınırları Tuna'dan Ege'ye, Trakya'dan Arnavutluk'a uzanacak.
- Bosna-Hersek'e iç işlerinde bağımsızlık verilecek.
Toprakları Elde Tutma Dönemi
Berlin Antlaşması Doğu Anadolu'daki Ermenilerin Rus himâyesine yönelmelerine engel olmak amacıyla, Osmanlı
Devleti'nden bu bölgedeki Ermenilerin durumunu düzeltmeye yönelik bir dizi reform yapmasını talep etti. Abdülhamit yönetiminin bu reformları
ertelemesi ve bölgedeki Kürt Aşîretlerini muhtemel bir Ermeni isyânına karşı silahlandırma yoluna gitmesi üzerine Ermeniler arasında devrimci ve milliyetçi örgütler güç kazandı. 1887'de Maraş'a bağlı Zeytun'da, 1891'de ise Siirt'e yakın Sason'da Ermeni devrimci örgütlerince desteklenen direniş
hareketleri başlatıldı. 1895'te bu olayların ülke çapında bir ihtilâle dönüşmesi olasılığının doğması ve İstanbul'da Ermeni örgütlerinin Kumkapı'da Batı kamuoyunu etkilemeye
yönelik bir ayaklanma düzenlemesi üzerine Kâmil Paşa hükûmeti tarafından Anadolu'da Ermeni topluluklarına yönelik sert bastırma tedbirleri
alındı. Dördüncü Ordu Komutanı Müşir Zeki Paşa, Ermeni İsyânı’nı bastırmakla görevlendirildi. Doğuda Kürt aşîret reisleri Hâmidiye Alayları
adı altında düzensiz milis birliklerinde örgütlendi.
1895 yazında tüm Anadolu taşrasında
gerçekleşen kanlı olaylar Batı kamuoyunda genellikle "Ermeni katliâmı" olarak değerlendirildi; liberal Avrupa basınında Abdülhamit
aleyhine şiddetli bir kampanya başlatılmasına sebep oldu. Fransız Akademisi üyesi târihçi Albert Vandal, ilk defâ Abdülhamit hakkında “Le Sultan Rouge” (Kızıl Sultan) lâkabını kullandı.
1897 yılında, Girit'in Yunanistan'a ilhâkını isteyen Yunan Hükûmeti’nin Tesalya sınırında ihlallere girişmesi üzerine meşhur tâbirle “barut
kokusu” artık duyulmaya başlamıştı. Bunun üzerine Vükelâ Meclisi'ni mâbeyne çağrıldı. Pâdişah tarafından, durumun müzâkere
edilip bir netîceye bağlanması emredildi. Meclis ara vermeden 56 saat durumu
konuştu. Herkes Yunanlara
harp açılmaması yolunda fikirler ileri sürdü. Bunu
söyleyenler, durumumuzun iyi olmadığını îzah ederek harbe girmek hatâ olur diye
rey veriyorlardı ki, ilk bakışta haksız da görünmüyorlardı. Bu fikrin baş müdâfîi İzzet Paşa * idi. Zaman zaman dışarı çıkarak pâdişâhın yanına gidiyor, müzâkereler
hakkında bilgi veriyordu. Harp aleyhinde pâdişâhı da kandırmaya çalışıyor ve
muhtemelen bu uğurda bâzı yanlış ve kötümser mâlumat da veriyordu. Fakat Rızâ
Paşa ve birkaç cesur devlet adamı, eğer Yunanistan’a karşı korkak bir tavır içine girilirse, bütün Rumeli’nin parçalanacağını ve belki de İstanbul’un tehlikeye düşeceğini savundular ve Sultan II. Abdülhamit
Han ile gizlice görüşerek bu fikirlerini ona bildirdiler. Zâten pâdişah da savaş taraftarıydı ve hemen hazırlıkların
yapılmasını istiyordu. İşte tam bu sırada harekete geçen Yunan ordusu Alasonya’ya saldırdı. Hazırlıksız bulunan Yanya’daki tümenimiz, Yunan birlikleri önünden ric’at etmek zorunda kaldı.
Bunun üzerine İstanbul’daki Birinci Ordu Umum Kumandanı Edhem Paşa kumandasında Yunanistan üzerine harekete
geçti. Birkaç gün içinde Tırhala Yenişehri’ni ele geçirdi. Daha sonra Atina yolu üzerindeki Milona geçitlerine
geldi ve burasını savunan Yunan ordusunu, 23 Nisan 1897 günü büyük bir mağlûbiyete
uğrattı. Milona Meydan Savaşı ile Avrupalıların geçilemez dedikleri bu geçitleri aşan ordumuz, güneye çekilen Yunan ordusu ile, Atina ile Tesalya arasındaki Dömeke’de yeniden karşılaştı. Yunanların son müdâfaa hatları olan
Dömeke’de, 25 bin kişilik Yunan ordusu perîşan edildi ve bir daha
toparlanamadan darmadağın edildi. Bu muhârebede Abdülezel Paşa şehit düştü. Ordumuz
hızla ilerleyerek birkaç saat içinde Atina'ya girdi. Bu sırada Vükelâ Meclisi toplantı hâlindeydi ve henüz zafer haberleri İstanbul’a
ulaşmamıştı. Bütün vekiller,
bu muhârebeden gâlibiyetle çıkılacağından endişeliydiler ve hüzün içinde
bekleşiyorlardı. Zafer haberini telgrafla öğrenen Rızâ Paşa meclise giderek
müjdeyi verince hepsi sevinçten ağlamaya başladılar. Hattâ Şûrâ-yı Devlet Reisi Saîd Paşa, onun eteklerine sarıldı. Pâdişâhın Özel Kalem Müdürü olan Fâik Bey de zafer haberini Sultan Abdülhamit
Hân’a ulaştırınca: “Ömrüm oldukça
kahraman kumandan askerimizin bu gayret ve sadâkatlerini ve memleketine ve
vatanına ettiği hizmetleri kemiklerim dahi unutmayacaktır...” diye sevinç ve
şükranlarını bildirdi. 15-17 Mayıs târihinde Dömeke'de yapılan muhârebede Yunan
ordusu kesin bir yenilgiye uğradı. Avrupa devletlerinin müdâhalesi ile mütâreke
yapıldı. Osmanlı lehine Tesalya sınırındaki bâzı
küçük değişiklikler dışında savaştan önceki sınırlara dönüldü. Yunanistan Osmanlı Devleti'ne
4 milyon Lira savaş tazmînâtı ödemeyi kabul etti. Buna karşılık Girit'e özerklik verildi.
Tedbir Dönemi
II. Abdülhamit Meclis'i kapatarak yönetimi
kendi eline aldıktan sonra Osmanlı târihinde ilk defâ geniş kapsamlı bir polis ve istihbârat örgütü kurdu. 1880 yılında Yıldız İstihbârat Teşkîlâtı’nı kurdu. Çok sayıda hafiyeden oluşan bu örgütün amacı Abdülhamit'in siyâsî rakipleri hakkında bilgi toplamak ve Abdülhamit'e
karşı hazırlanan darbe veya ayaklanma girişimlerini önlemekti. Hafiyeler sâdece kendi başlarına
bilgi toplamakla kalmıyor, halk arasında çok sayıda kişiye maaş bağlayarak
geniş bir istihbârat ağı oluşturuyorlardı. Jurnalci adı verilen bu kişiler Abdülhamit yönetimine karşı
olabilecek faaliyetleri bildiriyorlar, böylece vatana ve millete zararlı
olabilecek her türlü hareketin önü önceden kesilmiş oluyordu.
Abdülhamit'in sıkıyönetim dönemi bâzı uzmanlarca Osmanlı Devleti'nin ömrünü 30-40 yıl
daha uzatmış olduğu ileri sürülmüştür.Onlara göre Düvel-i Muazzama’nın bu Meclis'in açılmasını demokrasi ve insan hakları için
değil, kendi adamları olan mebuslar eliyle iç idâreye daha rahat karışabilmek için istemiştir. İcrayı baskı altında tutan bir meclis
vardı. Azınlık milletvekilleri, her
bir grup arkasına bir Avrupa devletini alarak, üyesi olduğu bağımsız devletler kararı çıkarmak için uğraşmaktaydılar. Girit, Tesalya ve Yanya’nın Yunanistan'a bırakılması gerektiğini ifâde eden vekiller çıkmıştır. 240 üyeden sâdece 60-70 kadarının Türk asıllı olduğu
düşünülürse, gayrimüslimlerin
bu meclis üzerindeki etkileri daha iyi anlaşılabilir diye yorumlarlar.
II. Abdülhamit, 13 Şubat 1878'de Meclis'i
feshetti. Durumdan rahatsız olan İngiltere, V. Murat'ı pâdişah, Midhat Paşa *'yı sadrâzam yapmak için Genç Osmanlılar’dan Ali Suavi'yi tahrik ederek târihe Çırağan Baskını olarak geçen başarısız darbeyi yaşattı. 23 devrimcinin ölümü ile sonuçlanan bu sonuçsuz darbe, II. Abdülhamit'in hafiye denilen gizli teşkîlâtını kurarak
daha sıkı idâreyi ele almasına mecbur etti.
İkinci Meşrûtiyet
Abdülhamit’in örfî yönetimine karşı muhâlefet
de giderek güçlendi. 1889'da İttihat ve Terakkî Cemiyeti kuruldu. 1908'de İttihat ve Terakkî yanlısı bâzı
subaylar
Manastır ve Selânik kentlerinde ayaklandılar. Bunun üzerine, Abdülhamit 24
Temmuz 1908'de anayasayı kardeşkanı dökülmesin diye yeniden yürürlüğe koymak zorunda kaldı ve II. Meşrûtiyet îlan edildi. Yapılan seçimlerle oluşturulan yeni Meclis 17
Aralık 1908’de açıldı.
Artan huzursuzluklar ve İttihat ve Terakkî karşıtlarının kışkırtmaları sonucunda, 13 Nisan 1909’da İstanbul’da ayaklanma çıktı. Rûmî Takvim ile 31 Mart günü
patlak verdiği için bu ayaklanma 31 Mart Olayı olarak bilinir. Selânik’te kurulan Hareket Ordusu 23/24 Nisan gecesi İstanbul'a girerek ayaklanmayı bastırdı.
II. Meşrûtiyet dönemi ağırlıklı olarak İttihat ve Terakkî hükûmetlerinin yönetiminde geçti. Devlet yönetiminde İttihat
önderleri Enver,
Talat ve Cemal Paşalar
etkili oldular. Bu dönemde Osmanlı Devleti, Trablusgarp, Balkan ve I. Dünyâ savaşlarına girdi. Üç
savaşta
da yenilgiyle ve toprak kayıplarıyla çıktı. I. Dünyâ Savaşı’nın hemen ardından VI. Mehmet, Îtilaf Devletleri’nin baskısıyla 21 Aralık 1918’de parlamentoyu kapattı.
31 Mart Ayaklanması ve Tahttan İndirilişi
12 Nisan'ı 13 Nisan'a bağlayan gece,
Taksim Kışlası'ndaki
Avcı Taburu'na
bağlı askerler subaylarına karşı ayaklanarak kendilerine önderlik eden din adamlarının
peşinde Heyet-i Mebûsan'ın
önünde toplandılar ve ülkenin şerîata göre yönetilmesini istediler. Hüseyin Hilmi Paşa Hükûmeti ayaklanmacılarla uzlaşma yolunu seçti ve hükûmet üyeleri tek tek istifâ
etti.
Abdülhamit, olayların başlama sebebini hâtırâtında
şu şekilde anlatır:
“Vekâyi'ın
(olayların) ve acemi bir idârenin her gün bir sûretle izhar ettiği mevâdd-ı
müşte-ile (tahrik edici hususlar) elbette infilak edecekti. Hattâ 31 Mart'a kadar tehiri bile
şâyân-ı hayrettir. Hiçbir kimseye hesap vermek mecbûriyetinde bulunmadığım bir
zamanda, ma'a'l-kasem (yemin ederek) têmin ederim ki ben bir fenâlık olmamasına
elimden geldiği kadar çalıştım. Tehlikenin tehir-i vukûunda (gerçekleşmesinin
gecikmesinde) bu mesâî-i hayırhahânenin dahli bulunduğunu zannederim.”
Ayaklanma, Heyet-i Mebûsan üzerinde de etkili oldu. O gün İttihat ve Terakkî üyesi mebuslar, can güvenlikleri olmadığı için Meclis'e
gitmediler. Bâzıları İstanbul'dan uzaklaşırken, bâzıları da kent içinde gizlendi. Bu
arada ayaklanmacılar İttihatçı subaylarla mebusları buldukları yerde öldürüyorlardı. Hükûmetin
ve Meclis'in etkisiz kalmasıyla, II. Abdülhamit yeniden duruma egemen oldu.
Ayaklanmayı başlatan muhâlefet ise, herhangi bir programdan yoksun olduğundan
önderliği elde edemedi.
İstanbul'da denetimi elinden kaçıran İttihat ve Terakkî asıl güç merkezi olan Selânik'teki Üçüncü Ordu'yu harekete geçirdi. Böylece ayaklanmayı bastırmak üzere Hareket Ordusu kuruldu. Ayaklanmacılar 23 Nisan'ı 24 Nisan'a bağlayan gece İstanbul'a girmeye başlayan Hareket Ordusu'na başarısız bir direniş
çabasından sonra teslim oldular. Heyet-i Mebûsan ve Heyet-i Âyân da bir gece önce Yeşilköy'de toplanarak Hareket Ordusu'nun girişiminin meşrûluğunu
onaylamışlardı.
Diğer bir iddiâya göre 31 Mart Ayaklanması’nı İttihat ve Terakkî, İngiltere ve Abdülhamit’e Filistin nedeniyle husûmet besleyen Mason teşkîlatları tertip ederek Abdülhamit'i tahttan indirmeyi amaçlamışlardır. Nitekim Abdülhamit'in tahttan inmesiyle Yahudiler Filistin'de toprak satın alma izni almışlardır. İttihat ve Terakkî ise hiçbir etkisi olmayan Pâdişah Vahideddin sâyesinde
yönetime tamâmen hâkim olmuştur. Abdülhamit’ten sonra imparatorluk hızlı bir parçalanma
sürecine giderek İngiltere de istediğini elde etmiş oldu.
Ayaklanmanın bastırılmasından sonra sıkıyönetim îlan edildi ve ayaklanmacıların önderleri dîvân-ı harbde yargılanarak ölüm cezâsına çarptırıldılar. Muhâlefet
hareketi önemli kayıplara uğradı. Ama en önemli gelişme, Meclis-i Umûm-i Millî adı altında birlikte toplanan Heyet-i Mebûsan ve Heyet-i Âyân'ın 27 Nisan'da II. Abdülhamit'in tahttan indirilmesini,
yerine V. Mehmet'in geçirilmesini kararlaştırmasıydı. Ayrıca II. Abdülhamit'in İstanbul'da kalması da sakıncalı bulunarak Selânik'te oturması uygun görüldü. Dîvân-ı harb, II. Abdülhamit'i
yargılamak istediyse de, yeni kurulan Hüseyin Hilmi Paşa Hükûmeti bunu kabul etmedi.
Abdülhamit, Selânik'ten gelen Hareket Ordusu’na karşı herhangi bir direniş göstermedi. Kendi hâtırâtında
bunu kardeşkanı dökülmesin diye yaptığını yazar. Oysa Osmanlı paşaları bu toplama orduyu rahatlıkla geri püskürtebileceklerini pâdişâha arz
etmişlerdi.
Adı
II. Abdülhamit'in ismi Latin harfli Türkçe metinlerde Abdülhamit, Abdulhamit, Abdulhâmid
gibi değişik imlalar ile yazılır. Türk Dil Kurumu, günümüzde "Abdülhamit" şeklindeki yazımı benimsemiştir.
Şahsiyeti
Fiziksel Görünümü ve Kişiliği
Sultan Abdülhamit uzunca boylu, hafif
kambur, esmerce tenli, uzunca burunlu, ela gözlü, hafif kıvırcık sakallı idi. Zekâ
ve hâfızasının güçlü olduğu, açık bir tarzda konuştuğu, kendisine anlatılanları
uzun müddet sabırla dinlediği söylenir.
Sultan Abdülhamit oldukça dindar bir
insandı. Kızı Ayşe Sultan babasının dindarlığını şöyle anlatmıştır:
“Babam
doğru ve tam dînî îtikâda sâhip bir Müslüman’dan başka biri
değildir. Beş vakit namazını kılar, Kur’an-ı Kerîm okurdu. Dâimâ câmilere devam ettiğini,
Ramazanlarda Süleymâniye Câmii'nde namaz kıldığını,
o zamanlar câmide açılan sergilerden alışveriş ettiğini
hikâye tarzında anlatırdı. Babam herkesin namaz kılmasını, câmilere devam
edilmesini çok isterdi. Sarayın husûsî bahçesinde
beş vakit Ezân-ı Muhammedi okunurdu. Babamın bir sözü vardı: "Din ve
fen" derdi. "Bu ikisine de îtikat etmek câiz" derdi.”
Sultan Abdülhamit çalışkan bir pâdişahtı. Günde muntazam 15-16 saat çalıştığı söylenmektedir.
Çalışma saatleri dışında hobi olarak marangozlukla uğraştı. Gençliğinde
binicilik, yüzme, atıcılık, güreş gibi sporlar yaptı. Tiyatro ve operaya ilgi
duyardı. Yıldız Sarayı'nda
yaptırdığı tiyatroda çeşitli oyun ve operaları husûsî olarak getirtir ve âilesiyle
birlikte seyrederdi. En sevdiği piyeslerden birisi, ünlü Alman şâiri Friedrich Schiller'in "Haydutlar" adlı eseriydi. La
Traviata, Aida, Carmen, Faust, Manon en sevdiği operalardandı.
Kitap Koleksiyonu
Abdülhamit matbaa ve yayın işlerine çok meraklıydı. Modern matbaa
makinelerini Türkiye'ye getirtip kaliteli dîvan eserleri bastırdı. Meselâ
Cem Sultan Dîvânı'nı bastırıp bâzı nüshalarını İngiltere'ye, Almanya'ya ve Amerika'ya göndertti.
Abdülhamit dedektif romanlarına ve seyahatnâmelere çok meraklı bir pâdişahtı. Abdülhamit'in 2 ile 5 bin adet arasında olduğu rivâyet
edilen bir polisiye roman koleksiyonu vardı, bunların birçoğu Yıldız Yağması sırasında ortadan
kayboldu. Sherlock Holmes'un bütün mâcerâlarını eksiksiz olarak Osmanlıca’ya tercüme ettirmişti.
Abdülhamit Yıldız Sarayı’nda çok büyük bir kütüphâne kurdurtmuştu. Bu kütüphâne 4 bölümden oluşmaktaydı:
Yabancı dillerde Türkiye ile ilgili yazılmış
eserler: Bunların içerisinde elyazması pek çok kitap vardır. Bunlar özel olarak
tercüme ettirilerek têlif hakkı ödenmiş kitaplardır. Dolayısıyla bunları basmak
ve dağıtmak yasaktı. Tek nüshadırlar.
Gazeteler: Kütüphâne, Avrupa'da çıkan bütün önemli gazetelere aboneydi. Dolayısıyla son
derece zengin bir süreli yayın koleksiyonu mevcuttu.
Roman ve hikâyeler: 6.000 kadar kitap
özel olarak saray için çevrilmişti. Bu romanlar haremde de okunur ve elden ele
gezer, sonra kütüphâneye teslim edilirdi. Meselâ Carmen Silva'nın bütün
eserleri mevcuttu. Kütüphânenin bir de Arapça ve Farsça eserleri içeren kısmı vardı ama bu kısım diğerlerine
nazaran fakirdi.
Coğrafya ve seyahatnâmeler: Yıldız Sarayı’na kapanmış bir hayat süren Abdülhamit'in
dünyâyı bu eserler sâyesinde tanıdığı ve tâkip ettiği söylenir.
Hakkındaki Görüşler
Özellikle Ermeni İsyânı’nı bastırırken kullandığı sert tedbirler nedeniyle Batılı târihçiler ve muhâlifleri arasında "Kızıl Sultan" adıyla bilinir. Öte yandan, taraftarları onu "Ulu Hâkan"
gibi yüceltici lâkaplarla anarlar. Abdülhamit, baskıcı rejimi, azınlıklara karşı uyguladığı sert siyâset ve muhâfazakârlığı nedeniyle, günümüzde hâlâ onu destekleyen genellikle
sağ siyâsî çevreler ile eleştiren sol çevreler arasında bir tartışma odağı
olmaya devam etmektedir.
Önceleri İttihat ve Terakkî Fırkası içinde Sultan Abdülhamit'e karşı olan Filozof Rızâ
Tevfik ve Süleyman Nazif sonradan duymuş oldukları pişmanlıklarını şiirleri ile
dile getirmişlerdir.
“ Pâdişâhım
gelmemişken ya da biz,
İşte
geldik senden istimdâda biz,
Öldürürler
başlasak feryada biz,
Hasret
olduk eski istibdâda biz”
-
Süleyman Nazif
"Abdülhamit'in
idâre tarzı âzamî müsâmahadır." Atatürk, Kaynak: Abdülhamit'in Kurtlarla Dansı, sf. 327, Mustafa Armağan
"Dünyâda
100 gram akıl varsa, bunun 90 gramı Abdülhamit Han'da, 5 gramı bende, kalan 5
gramı da diğer dünyâ siyâsîlerindedir."
Prens Bismarck
"Ayıp,
ayıp. Bu adam 32 sene hâkan ve halîfe idi. Sultan Hamit için şu söylenen, yazılan,
çizilenlerin büyük kısmının yalan ve iftirâ olduğunu bildiğimiz hâlde, nasıl
tahammül edip imkân veriyoruz? Bu iftirâ selinin yarınki muhâtapları da bizler
olacağız." Ahmed Rızâ Bey'den Talat Paşa ve Eyüp Sabri Bey'e.
Kızıl Sultan iddiâsı, Albert Vandal adlı bir Fransız yazar tarafından
ortaya atılmıştı. Atılış sebebi de, Abdülhamit'in Ermeni İsyanlarını bastırtmış
olmasıdır. Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa kamuoyunda Abdülhamit'in kan dökücü bir pâdişah olduğu propagandası başlatıldı.
İşte "Kızıl", yâni kan döken sultan lâkabı bu sırada
asıldı boynuna. Hadi Ermenilerin böyle demesini
anladık; iyi ama bir tekini bile îdam ettirmemiş olan
Abdülhamit'e Jön Türkler neden "Kızıl Sultan" dediler?
1915'te yüz binlerce Ermeni'yi tehcir ettirecek olanlar, 25 yıl önce Ermeni
propaganda ordusunun
neferleri olmakta sakınca görmemişlerdi. Kaynak: "Abdülhamit Hakkında Yanlış Bildiğimiz 10 şey, Mustafa Armağan'ın 15 Şubat 2009,
Pazar günü yazısı "
Projeleri
Gerçekleştirdiği Projeler
Ordu'nun Modernleştirilmesi ve Donanmanın Yok Edilişi
1879'da Osmanlı İmparatorluğunun hezîmetiyle
sonuçlanan 93 Harbi’nden
sonra, Sultan II. Abdülhamit Rus yayılmacılığına karşı Osmanlı Ordusu'nun modernleşmesi gerektiğine karar verdi ve bu
yayılmacılıktan etkilenen diğer ülke olan Almanya ile işbirliğine karar verdi. Aralarında sonradan müşir rütbesi verilecek olan Baron Von Der Goltz komutasında bir Alman askerî heyeti İstanbul'a geldi. Von der Goltz, askerî okullarda köklü reformlar gerçekleştirip genç subayların yetiştirilmesi için önkoşulları oluşturdu. Ancak
bununla birlikte Von der Goltz, Türk generallerinin
günümüze kadar dayanan, herkesten daha modern yöntemlerle eğitilmiş olma ve en
yeni askerî teknolojileri tâkip etme bilincinin temel taşını oluşturdu. Mâmâfih,
Prusya geleneğinin bir diğer temeli olan askerlerin sivil siyâsete karışmama prensibini aşılamakta başarılı olamadığı Bâb-ı Âlî Baskını ile ortaya çıktı.
II. Abdülhamit döneminde Osmanlı Donanması pâdişâhın taht kaygıları ve İstibdat Dönemi'nin genel yapısı yüzünden yok denilebilecek düzeye indi.
Öyle ki Osmanlı Donanması’nı incelemeye gelen İngiliz Amirallik Birinci
Lordu William Palmer Osmanlı Donanması hakkındaki raporunda "donanma diye bir şey yoktu"
yazmıştır. Dünyâda gemiler evrim geçirip zırhlı gemiler öne çıkarken, Abdülaziz'in donanması Haliç'te çürütülmüştür. Bu dönemde dünyâda ilk kez Osmanlı
tarafından denenen ve denemelerde başarılı olan zırhlı denizaltılar "Abdülhamit" ve "Abdülmecit" bile
Haliç'e terk edilmiştir, yâni Osmanlı Devleti önde başladığı denizaltı yarışına I. Dünyâ Savaşı'nda elinde tek denizaltı bile olmadan devam etmiştir.
Donanma komutanı Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa da pâdişâhın istekleri
doğrultusunda donanmanın işlevsiz kalmasına ses çıkarmamıştır.
Ordunun Von Der Goltz tarafından yeniden yapılandırılmasıyla birlikte Osmanlılar,
Krupp ve Mauser gibi Alman şirketlerine ilk kapsamlı silah sipârişlerini verdiler. Von
der Goltz, Almanya'nın ve Osmanlı Devleti'nin Doğu'daki nüfûzunu garantilemek
için Bağdat Tren Yolu’nun inşâ edilmesini de destekledi. Bu fikir, yeni pazarlar
bulmak için tren yollarının yapılmasını destekleyen Alman ekonomisinin
çıkarlarıyla da örtüşüyordu. 1888 yılında Sultan II. Abdülhamit, Bağdat Tren Hattı inşâsı lisansını, Alman Bankası Deutsche Bank tarafından yönetilen bir Alman konsorsiyumuna verdi.
Osmanlı Ordusu’nun modern silahlar kullanmaya başlaması, 1897 Osmanlı - Yunan Savaşı’nda hemen semeresini gösterdi. Osmanlı Ordularının Atina'yı tekrar ele geçirmelerine ancak Rus Çarı II. Nikolay'ın Sultan II. Abdülhamit'e haber göndererek, eğer derhâl
ateşkes sağlanmazsa Rus ordularının Erzurum'a hücum edeceğini bildirmesi engel oldu.
Eğitim
İlk kız okulları II. Abdülhamit zamânında
açılmıştır. Nitekim bilgili bir kişi olan Abdüllatif Suphi Paşa'nın ilk defâ
bir kız sanat okulu açma teşebbüsünde tereddüt geçirmesi ve titizlenmesi
üzerine Abdülhamit, "Sen mektebi aç,
ben arkandayım", diyerek açıktan destek vermiş ve çevresini, dâimâ
kızların okuması için ilk adımları atmaya teşvik etmiştir.
Bilinenin aksine, Osmanlı târihinin en
canlı eğitim hamlesi, Abdülhamit dönemine rastlar. Sevan Nişanyan'ın
hesaplamalarına göre Türkiye, Abdülhamit dönemiyle kıyaslanabilecek bir okullaşma
düzeyine yeniden ancak 1950'li yıllarda ulaşabilmiştir. Meselâ 1895'te Türkiye Cumhuriyeti sınırlarına tekâbül eden bölgede bine yakın (835) ortaokul ve lise bulunuyorken
1923'te bu sayı 95'e düşmüştür. 1895'teki yüz bine yakın öğrenci sayısı
(97.837), 1950-51 sezonunda aşağı yukarı aynı seviyede seyretmektedir (90.356).
Öncesiyle kıyaslandığında Abdülhamit dönemindeki eğitim patlaması daha görünür
hâle gelir. Tahta geçtiği yıl 250 olan rüşdiye sayısı 1909'da 900'e,
6 olan idâdî sayısı 109'a çıkmıştır. 1877'de İstanbul'da sâdece 200 tâne modern ilkokul varken 1905'te 9 bine
çıkmıştı. Her yıl ortalama 400 ilkokul açılmıştır ki, bu, Cumhûriyet döneminde bile kırılamamış bir rekordur.
Ulaşım
Demiryolu Ulaşımı
Büyük ölçüde gerçekleşen projelerden
birisi Hicaz Demiryoludur. Bu proje Almanların finanse edip Haydarpaşa-Ankara arasında gerçekleştirdikleri Bağdat Demiryolu'nun aksine, finansmanıyla, inşaâtıyla, tasarımıyla, İslam âleminden
toplanan bağışlarla tamâmen yerli bir girişimin eseridir.
Sirkeci ve Haydarpaşa garları Abdülhamit'in yaptırdığı önemli binâlardır. Haydarpaşa Garı'nın yapımına 30 Mayıs 1906'da başlanmıştır.
Karayolu Ulaşımı
II. Abdülhamit zamânında bütün Anadolu'yu baştanbaşa dolaşacak bir karayolu ağının (şose
şebekesinin) projelendirilip tatbîkâta geçirildiği çeşitli kaynaklarda
belirtilmektedir. 1869 yılında getirilen bir sistemle halkın karayollarının
yapımına katılması sağlanmıştı. Buna göre 16-60 yaş arası erkek nüfus ile her hânenin
sâhip olduğu yük ve araba hayvanları senede 4 gün yol inşaâtında çalışacaktı.
Bu sâyede inşaâtın hızla bitirilmesi sağlanmıştır. Gümüşhâne-Bayburt-Erzurum-Doğubayazıt-İran Karayolu (1879) hâricinde 12 bin kilometrelik bir güzergâha sâhip
Samsun-Bağdat şosesi 1895 yılına kadar tamamlanmıştı. Açılan yollar
Samsun'a göçü başlatmış ve bu şehrin önemli ölçüde büyümesi Abdülhamit
döneminde olmuştur. Bursa için de durum böyledir. Hem şehir içi, hem de şehirlerarası
yollarla Bursa, yeniden bölgenin önemli bir karayolu kavşağı hâline gelmiştir.
İletişim
İlk olarak 1877'de Posta Telgraf Teşkîlâtı, konuya daha etkenlik kazandırmak amacı ile aynı isimle
bakanlık hâline
getirildi. Ayrıca 27 Haziran 1900'de Posta Telgraf Teşkîlâtında ilk defâ bir
"havâle kalemi" devreye sokulmuş, 30 Mayıs 1901'de Şehir Postaları
kurulmuş, 30 Ağustos 1901'de ise postaların yerine daha hızlı ulaşabilmesi için
demiryolları (o zamanki adı Şark Şimendiferleri Şirketi’yle
özel bir anlaşma yapılmıştır. Telefon ise Avrupa'da kullanılmaya başlandığı târihten (1876) sâdece 5 yıl
sonra, yâni 1881'de İstanbul'a getirilmiş ve sınırlı da olsa istifâdeye sunulmuştur.
Telgraf hatları döşenmesine onun zamânında hız verilmiş, hattâ bu hatların her
birinde meteorolojik gözlemler yapılması için tâlimat verilmiştir. Böylece
telgraf hatlarının yaygınlaşmasıyla birlikte, hatların ulaştığı noktalardaki
hava durumunun merkeze bildirilmesi imkân dâhiline girmekte, böylece bu çabalar
çağdaş 'hava durumu' raporlarımızın başlangıcını oluşturmaktadır.
Sağlık
1899 yılında hâlen faaliyette olan
Şişli Etfal Hastânesi’ni kurdu.
Teknoloji
Abdülhamit, 1899 yılında Japon İmparatoru Meiji'ye hediye edilmek üzere “Alâmet” isminde bir robot göndermiştir. Bu robot târihte bilinen
ilk robot olma özeliğini taşımıştır. Fakat Alâmet isimli bu robot Ertuğrul Fırkateyni ile birlikte yapılan kazâda yok olmuştur.
Sosyal Yardımlaşma
Gerçekleştiremediği Projeleri
II. Abdülhamit XX. yüzyılın başlarında İstanbul'da Haliç'e, dahası Boğaziçi'ne birer köprü yaptırmayı düşündü, bunun için projeler
hazırlattı. Fernidan Arnoden adlı Fransız mîmârın
1900 târihinde bir; Boğaziçi Demiryolu Kumpanyası'nın iki boğaz köprüsü
projesi, gerçekleştirilememiş olsa da, en azından belgeleri, çizimleri,
resimleri bulunmaktadır.
Gerçekleşemeyen ama projesi çizdirilen,
fizibilitesi çıkartılan ve ihâlesi yapılarak inşâsına başlanan projelerden
birisi de Yemen Demiryoludur. Raporu 1898'de o zamanlar Yemen Vâlisi olan (sonradan sadrâzam) Hüseyin Hilmi Paşa vermiş ve 1913 yılında inşâsına başlanmıştır. Ancak İtalyan
kuvvetlerinin
Yemen'deki
Cibana Limanı’nı topa tutmasıyla çalışmalar durmuş ve proje iptal edilmiştir.
Döneminde Yapılan Mîmârî Eserler
Kültür, sanat ve mîmârî gibi konulara önem
veren bir pâdişah olan Abdülhamit döneminde, özellikle yabancı mîmarların
faaliyetleri göze çarpar. II. Abdülhamit'in pâdişahlığı döneminde yerli ve yabancı mîmarların yaptıkları mîmârî
çalışmalardan bâzıları şunlardı;
- Mülkiye Mektebi fakülte düzeyine getirilerek açıldı
- Mêmurlara sicil tutulmaya başlandı
- Eski Eserler Müzesi açıldı
- Hukuk Fakültesi açıldı
- Dîvân-ı Muhâsebât kuruldu
- Güzel Sanatlar Fakültesi açıldı
- Ticâret Fakültesi açıldı
- Yüksek Mühendislik Fakültesi açıldı
- Dârülmuallimat (Kız Öğretmen Okulu) açıldı
- Terkos Suyu hizmete girdi
- Bütün yurtta idâdîler açılmaya başlandı
- Ziraat Bankası kuruldu
- Bursa'da ipekhâne açıldı
- Emekli Sandığı kuruldu
- Halkalı Ziraat ve Veterinerlik Fakülteleri açıldı
- Bursa Demiryolu hizmete girdi
- Aşîret Okulu açıldı
- Bütün yurtta rüşdiyeler açılmaya başlandı
- Kudüs Demiryolu hizmete girdi
- Ankara Demiryolu hizmete girdi
- Kâğıt Fabrikası kuruldu
- Kadıköy Gazhânesi kuruldu
- Beyrut'ta liman ve rıhtım inşâ edildi
- Osmanlı Sigorta Şirketi kuruldu
- Kadıköy Su Têsîsâtı hizmete girdi
- Selânik-Manastır Demiryolu hizmete girdi
- Şam Demiryolu hizmete girdi
- Eskişehir-Kütahya Demiryolu hizmete girdi
- Galata Rıhtımı inşâ edildi
- Beyrut Demiryolu hizmete girdi
- Dârülaceze hizmete girdi
- Mum Fabrikası kuruldu
- Afyon-Konya Demiryolu hizmete girdi
- Sakız Adası'nda liman ve rıhtım inşâ edildi
- İstanbul-Selânik Demiryolu hizmete girdi
- Tuna Nehri'nde Demirkapı Kanalı açıldı
- Şam-Halep Demiryolu hizmete girdi
- Şişli Etfal Hastânesi hizmete girdi
- Hicaz Telgraf Hattı kuruldu
- Hama Demiryolu hizmete girdi
- Basra-Hindistan Telgraf Hattı Beyoğlu'na bağlandı
- Hâmidiye Suyu hizmete girdi
- Selânik'te liman ve rıhtım inşâ edildi
- Haydarpaşa Liman ve Rıhtımı inşâ edildi
- Mâden Fakültesi açıldı
- Şam Tıp Fakültesi açıldı
- Haydarpaşa Askerî Tıp Fakültesi açıldı
- Trablusgarp-Bingazi Telgraf Hattı kuruldu
- Konya Ereğlisi'nde demiryolu hizmete girdi
- Trablusgarp Telsiz İstasyonu kuruldu
- Bütün yurtta telsiz istasyonları kuruldu
- Medîne Telgraf Hattı kuruldu
- Şam'da elektrikli tramvay hizmete girdi
- Hicaz Demiryolu hizmete girdi (27 Ağustos'ta İstanbul’dan kalkan tren, 3 gün sonra Medîne'ye ulaştı).
Eşleri ve Çocukları
Sâfi-nâz Nûr-efzûn İkinci Kadınefendi. Çocuksuzdur.
Bedr-i Felek Başkadınefendi
(1851-1930)'den: Mehmed Selim Efendi, Zekiye Sultan, Ahmed Nûrî Efendi
(1878-1944).
Bîdâr İkinci. Kadınefendi
(1858-1918)'den: Mehmed Abdülkâdir Efendi, Fatma Naîme Sultan.
Dilpesend Üçüncü Kadınefendi (1865-1901)'den: Nâile
Sultan (1884-1957).
Mezîde Mestân Üçüncü. Kadınefendi
(1869-1909)'den: Mehmed Burhâneddîn Efendi.
Emsâl-i Nûr Üçüncü. Kadınefendi
(1866-1950)'den: Şâdiye Sultan (1886-1977).
Ayşe Dest-i Zer Müşfika (Kayıhân) Dördüncü
Kadınefendi (1867-1961)'den: Ayşe
Sultan.
Sazkâr Hanımefendi (1873-1945)'den:
Refia Sultan (1891-1938).
Peyveste Hanımefendi (1873-1944)'den:
Abdurrahim Hayrî Efendi.
Fatma Pesend Hanımefendi.
Behice Maan Hanımefendi
(1882-1969)'den: Ahmed Nûreddîn Efendi, Mehmed Bedreddîn Efendi (22 Haziran
1901 - 13 Ekim 1903).
Sâliha Nâciye Kadınefendi
(1887-1923)'den: Mehmed Abid Efendi.
Küçük Ölen Kızları
10. Hatice Sultan
11. Aliye Sultan (y. 1900). Bebekken
ölmüştür.
12. Cemile Sultan (y. 1900).Bebekken
ölmüştür.
13. Sâmiye Sultan
Dönemin Sadrâzamları
Mütercim Mehmed Rüşdi Paşa: * ** (1859-1860), (1866-1867), (1872-1873),
(1876-1876), (1878-1878)
Midhat Paşa: * ** (1872-1872), (1876-1877)
İbrâhim Edhem Paşa: * (1877-1878)
Çocukluğunda, 1822'de Sakız'da vukû bulan isyanlar ve çatışmalar esnâsında, kimi kaynaklara göre köle olarak satılmak, kimi kaynaklara göre ise İzmir'e kaçtıktan sonra evlatlık olarak verilmek sûretiyle
sonradan sadrâzam olan Koca Mehmed Hüsrev Paşa *'nın velâyetine
geçmiş olup, aslen Rum kökenlidir.
Koca Mehmed Hüsrev Paşa çocuklara olan
sevgisi ile tanınmakla, 10 kadar kimsesiz çocuğu bu şekilde himâyesine almış ve
çocukların çoğu sonradan önemli mevkilere gelmişlerdir. Zekâsıyla kısa sürede
dikkat çeken İbrâhim Edhem Bey, Hüsrev Paşa'nın ve bizzat Pâdişah II. Mahmut'un
gözetiminde Paris'e
eğitim için gönderilmiş olup, Türkiye'nin çağdaş anlamda ilk mâden mühendisi olarak mêzun
olmuştur.
26 Aralık 1876 - 5 Şubat 1877 târihlerinde Şûrâ-yı Devlet başkanlığı yapmıştır. Buradan sadrâzamlığa atanmıştır. Osman Hamdi Bey, İsmâil Gâlip Bey ve Halil Ethem Eldem'in babası, 1990 yılında öldürülen MİT Müsteşar Yardımcısı
Hiram Abbâs'ın büyük dedesidir.
Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın (1769-1849) Mısır Beylerbeyliği sırasında, Kavalalı'nın oğlu Serasker İbrâhim Paşa'nın
(1789-1848) komutasındaki orduda köprü yapımı ve harita çalışmalarıyla meşgul olmuş,
1820-21 yıllarında askerî öğrencilere aritmetik, geometri, resim ve istihkâm
dersleri vermiş, 1836'da mirlivâ rütbesiyle askerî mühendis, 1842'de de Harp Malzemeleri
Müfettişi olmuştur. Yıllarca Mısır çöllerinde dolaştığından, ağır bir göz
hastalığına tutulmuş, tedâvî olmak için 1848 yılında Fransa, İtalya, İsviçre, İngiltere gibi bâzı Avrupa ülkelerine gitmiştir. Ancak buralarda da hastalığının tedâvîsi mümkün olmamış, çâre olarak daha serin yerlerde yaşaması
ve güneş gözlüğü kullanması tavsiye edilmiştir. 1853'te görevli olarak iki
yıllığına İstanbul'a gitmiş, burada bulunduğu süre içinde gözleri, güneş
gözlüğünü nâdiren kullanacak kadar düzelmiştir.
İbrâhim Edhem Paşa'nın nerede öldüğü kesin olarak belli değilse de, İstanbul'da, Eyüp Sultan Câmii yakınına gömüldüğü
bilinmektedir.
Ahmed Hamdi Paşa: * (1878-1878)
Eski sadrâzamlardan Melek Ahmed Paşa *’nın soyundan gelen ve Sadrâzam Hüsrev Paşa *’nın kethüdâsı olan Yahyâ Bey’in oğludur. 1826 senesinde İstanbul’da doğdu. Tahsîlini tamamladıktan sonra, 1841’de Bâb-ı Âlî’de eski kethüdâ kaleminde mêmuriyete başladı. Daha sonra sadâret mektubî kalemine tâyin edildi. 1852’de serasker mektupçuluğuna getirildi ve on sene sonra Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî dâiresinde âzâ oldu. Burada 1868 senesine kadar kaldı ve
derece derece yükselerek “recai” sırasına girdi.
Aynı sene ûlâ sınıf-ı evveli rütbesi ve 10.000 Kuruş maaş ile Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliye âzâlığına tâyin edildi. Bir süre Hukuk Dâiresi Riyâseti vekâletinde bulunduktan sonra bâlâ rütbesi ile Evkâf-ı Hümâyun Nezâreti’ne getirildi ve birçok câmi, medrese, mektep ve diğer hayır kurumlarını tâmir ettirdi.
1871’de Aydın Vâliliğine tâyin edilen Ahmed Hamdi Paşa, bir sene vâlilik yaptıktan sonra, önce Tuna Vâliliğine, Şirvânîzâde Rüşdi Paşa *’nın sadrâzam olması üzerine de
tekrar Mâliye Nezâreti’ne getirildi.
Hüseyin Avni Paşa’nın sadârete tâyininden kısa bir süre sonra ikinci defâ Aydın, buradan
da Suriye Vâliliğine gönderildi. Fakat Şam’ın iklimi kendisine iyi gelmediğinden, istifâ etti. 1877
senesinde Dâhiliye Nezâreti’ne tâyin edildi.
93 Harbi’nin son günlerinde İbrâhim Edhem Paşa’nın sadâretten ayrılması üzerine yerine Ahmed Hamdi Paşa getirildi. Ancak çok geçmeden Osmanlı Ordularının kesin bir şekilde mağlûbiyete uğramaları ve Edirne’de şartları çok ağır bir mütâreke mukâvelesinin imzâlanmasından
sonra sadâretten alınarak, üçüncü defâ Aydın Vâliliğine gönderildi.
Bir sene sonra Bağdat Vâliliğine tâyin edildi. Altı ay sonra
tekrar Aydın Vâliliğine nakledildi. Bu sırada Suriye Vâlilisi Midhat Paşa *’nın
istiklâlini îlâna hazırlandığı haberi sultana bildirilince, Hamdi ve Midhat Paşaların yerleri değiştirildi.
24 gün gibi kısa bir süre sadrâzamlık yapan Ahmed Hamdi Paşa, cesur, açık sözlü bir zattı. Sistemli bir tahsil görmemiş
olmasına rağmen, üzerine aldığı vazîfelerde, elinden geldiği kadar gayret
göstermiştir.
Ahmed Vefik Paşa: * (1878-1878), (1882-1882)
Türkçülük hareketinin
öncülerindendir.
İki defâ Maârif Nâzırlığı yaptı. 4 Şubat 1878 -
18 Nisan 1878 ve 1 Aralık 1882 - 3 Aralık 1882 târihleri arasında iki defâ başvekillik görevine getirildi. Bursa Vâliliği sırasında bu kentte
bir tiyatro yaptırmakla ün kazanmış ve ismi Bursa ile özdeşleşmiştir.
İstanbul’da doğdu. Hâriciye Nezâreti mêmurlarından Rûhiddîn Efendi’nin oğludur. 1831 yılında
İstanbul’da başladığı eğitimini, babasının görevi nedeniyle gittiği Paris’te Saint Louis Lisesi’nde tamamladı. Paris’te bulunduğu
süre içinde Fransızcayı anadili gibi öğrendi ve 1837’de yurda döndüğünde Tercüme Odası’nda
çalıştı.
1840’ta elçilik kâtibi göreviyle Londra’ya gitti ve İngilizce öğrendi. Sırbistan, İzmir, Eflak ve Boğdan’da görev yaptıktan sonra 1842'de İstanbul’a döndüğünde başmütercim olarak Tercüme Odası’nda görev aldı ve devlet salnâmesi hazırlanmasında görevlendirildi. İlerleyen
yıllarda çeşitli görevlerde bulunduktan sonra Tahran’a elçi olarak atanarak Fars dilini ve İran târihinin kökenlerini öğrendi. Elçilik binâlarına bayrak
asma âdetini getiren, Tahran’da elçi iken elçilik binâsını Osmanlı
Devleti toprağı olarak îlan edip bayrak çektiren Ahmed Vefik Paşa olmuştur.
1857’de kısa bir süre için Adâlet Bakanlığı görevine getirildi.
1860’ta Paris büyükelçisi, 1861’de Bursa’da Evkâf Nâzırı oldu. Halkın
şikâyetleri üzerine Bursa’daki görevinden alınarak yıllarca resmî bir görev
verilmedi, bu süre içinde Türk târih
ve edebiyâtına yeni eserler ve tercümeler kazandırdı.
1872’de birinci defâ olarak Maârif Nâzırı oldu ama 1873’te
görevden alındı. Kısa bir süre Edirne Valiliği yaptı. 18 Mart
1877’de çalışmalarına başlayan ilk Meclis-i Mebûsan’ın İstanbul üyesi olarak seçilmiş, Meclis-i Mebûsan'ın başkanlığını
yapmıştır.
1878’de tekrar Maârif Nâzırı, daha
sonra da başvekil oldu ama görevden alındı. 1879-1882 yılları arasında Bursa Vâlisi olarak görev yaptı,
tekrar başvekil atandı ama üç gün sonra görevden alındı. Ölümüne
kadar Rumelihisarı’ndaki evinde ilmî ve edebî çalışmalar yaptı.
2 Nisan 1891’de İstanbul’da ölmüştür, mezarı Rumelihisarı Mezarlığı’ndadır. İlk Türkçe sözlüklerden biri olan Lehçe-i Osmânî'yi hazırlayan, Türk târihinin Osmanlı ile başlamadığını
gündeme getiren ve savunan Ahmed Vefik Paşa, bâzılarına göre Osmanlı Türklerinin
ilk Türkçüsüdür.
"Fezleke-i Târih-i Osmânî" (Kısa Osmanlı Târihi)
ve "Hikmet-i Târih" (Târih Felsefesi) adlı târih eserleri vardır. "Şecere-i Türkî" isimli eseri Çağatay Türkçesi'nden Osmanlı Türkçesi'ne çevirmiştir.
Bursa Vâliliği sırasında bugün kendi
adıyla anılan bir tiyatro yaptırdı. Moliere’in 16 eserini uyarladı, Victor Hugo
ve Voltaire’in eserlerini tercüme etti. Ahmed Vefik Paşa, tiyatroda, Tomas
Fasulyacıyan Kumpanyası’na kendi tercüme ve adaptasyonlarını oynattırır, her
gün provalara gider, bir rejisör gibi oyunla ilgilenir ve mêmurları oyunu
izlemeye mecbur tutardı. Bu tür hareketleri yüzünden sevilen bir adam olarak
tanındı.
Mehmed Sâdık Paşa: * (1878-1878)
1870-72 arasında Aydın (İzmir) Vâliliği yapmıştır. Aslen Polonyalıdır. Devşirmedir. Polonezköy'ün kurucusudur. 18 Nisan 1878’de Sadrâzam Ahmed Vefik Paşa
görevden alındığında, rüsûmat emîni iken sadrâzamlığa getirildi. Ancak kısa süre sonra azledildi.
İstanbul, uzun yıllar Polonyalı göçmenlerin en önemli
yerleşim merkezi oldu. Türkler, yurtsever Lehlere Türk yurdunu dâimâ açık tuttular; onlara yurt
kurabilecekleri toprak verdiler; yardımlarda bulundular. 1774’te Rusya ile imzâlanan Küçük Kaynarca Antlaşması’na göre, bu göçmenlerin Rusya’ya iâdesi gerektiği hâlde,
anlaşmanın o maddesi uygulanmadı. XIX. yüzyılda, baskı altındaki Polonyalılar ayaklanma hazırlıkları yaptılar. 1831, 1848 ve 1863’te gerçekleştirilen
ayaklanmalar, Polonya târihinin önemli olayları arasında yer almakla birlikte,
Türk târihini de yakından ilgilendiriyordu. Bu ulusal ayaklanmada başarı sağlayamayan devrim liderleri, başlarını
ancak Osmanlı Devleti’ne sığınarak kurtarabildiler. Bunların bir kısmı İstanbul’a geldikten sonra da mücâdelelerini sürdürdüler. Rusya ile Avusturya,
bu mültecîlerin iâde edilmesini ısrarla talep ettiler; ama zamânın pâdişâhı Abdülmecit,
bu talepleri reddederken şu sözü de dünyâ üzerinde yankılandı: “Tahtımı veririm; fakat devletime
sığınanları aslâ geri vermem!…”
Polonyalı mültecîler, İstanbul’a
yerleştikten sonra, Türk Ulusu’nun gelişimi için önemli hizmetlerde bulundular.
Bunların en ünlüsü, 1848 ayaklanmasına katılan ve "Murat Paşa" adını almış olan General Jozef Bem oldu. Arkadaşlarıyla birlikte İslam dînini kabul eden
Murat Paşa, Halep’teki Osmanlı Ordusu’nun
komutanlığına atandı.
O dönemin bir başka ünlü Polonyalısı, Kont Michal Czajkowski idi. 1850’de Müslüman olunca "Mehmed Sâdık" adını alan Sâdık Paşa, Kırım Savaşı esnâsında
Kazaklardan
oluşan Polonya Lejyonu’nun
komutanı oldu. 1853-1856 yılları arasında Ruslar’a karşı kahramanca savaşan Sâdık Paşa’nın birliğine pâdişah tarafından nişan ve sancak verildi. Kocasıyla
birlikte Müslüman olan Ludwika Czajkowska tanınmış kadın bilgindi ve Osmanlı sarayında saygı dolu dostluklar kurmuştu. Sâdık Paşa 1886’da
Cihangir’deki
evlerinde vefat eden eşini, görkemli bir cenâze töreniyle Polonezköy’de toprağa
verdi. Köy sâkinleri daha sonra onun anısına bir anıtmezar yaptılar. Sâdık Paşa
ise daha sonra Polonya'ya dönmüş ve yeniden Katolik olmuştur.
Mehmed Esad Saffet Paşa: * (1878-1878)
Kazâlarda
voyvodalık yapan Sürmeneli Mehmed Hulûsî Ağa’nın oğludur. 1814 yılında İstanbul Fâtih’teki
Haydar Mahallesi’nde doğdu. Babası Mehmed Hulûsî Ağa bir arâzi anlaşmazlığını
çözmek için Sürmene’ye gitti ve Sürmene’de vefât etti. Mehmed Esad Saffet Paşa anne
tarafından abisinin de yardımıyla 17 yaşında devlet dâiresinde göreve başladı. Güzel Fransızcası onun birçok göreve getirilmesine vesile oldu.
Sadâret Müsteşarlığı da olmak üzere on beş
defâ değişik nezâret görevini îfâ etti. Altı defâ Hâriciye Nâzırlığı, üç defâ Maârif Nâzırlığı görevinde bulundu. 1854 yılında Maârif Nâzırlığı yaptığı
sırada Mekteb-i Sultânî
adıyla bugünkü Galatasaray Lisesi’ni kurdu. Galatasaray Lisesi o devride 7 dilde eğitim veren
dünyâda tek okuldu. Maârif Nâzırlığı görevi sırasında eğitimde büyük reformlar yapmıştır.
1878 yılında 4 Haziran 1878 - 4 Aralık
1878 târihleri arasında altı ay boyunca Osmanlı Devleti’ne sadrâzamlık yapmıştır. Görevinden alınarak dış elçilik görevine atanmıştır.
Mezarı Çemberlitaş'ta II. Mahmut Türbesi hazîresindedir. 2 erkek 1 kız çocuk babası olan Saffet Paşa'nın
kızı Aliye Hanım Samsun Mutasarrıfı Hamdi Bey ile
evlenmiştir. Bu evlilikten gazeteci, yazar ve karikatürist olan Sedat Simâvî
doğmuştur.
Tunuslu Hayreddîn Paşa: * (1878-1879)
Çerkez veya Abaza asıllı olan Hayreddîn Paşa, yaklaşık olarak 1821 yılında
doğmuş ve küçük yaşında köle tüccarlarının eline düşerek Kafkasya’dan İstanbul’a getirilmiştir. Reisülulemâ ve Nakîbüleşraf Kıbrıslı Tahsin Bey
tarafından satın alınarak, tâlim ve terbiye edildikten sonra, Tunus Beylerbeyi Ahmed Paşa’ya
verildi. Zekâsı, çalışkanlığı ve kâbiliyetiyle vâlinin dikkatini çeken Hayreddîn’in tahsiline özel ihtimam
gösterildi. Bâzı ilimlerin yanında fıkıh ve Tunus’a gelen Fransız subaylarından da Fransızca ve askerî dersler aldı. Daha sonra Avrupa’ya gönderilerek
riyâziye (matematik), tabiiye (doğabilim), hukuk ve târih okudu. Tunus’a döndüğünde askerî
garnizonlarda vazîfe aldı.
1842’de binbaşı, 1843’te yarbay ve 1846’da miralay oldu. 1850’de mirlivâlık rütbesiyle süvârî asâkiri kumandanlığına tâyin olundu. Dönüşünde Tunus’ta çeşitli mêmuriyetlerde bulundu. 1863 senesi sonlarında mêmuriyetlerinden
istifâ etti.
Fransa, Prusya, İsveç, Danimarka, Hollanda ve Belçika devletlerinin başşehirlerini dolaştı. 1864’te Tunus’ta zuhur eden bir ihtilal üzerine, fevkalâde mêmuriyet
ile İstanbul’a gönderildi. İstanbul’daki vazîfesini yerine getirdikten
sonra, tekrar Tunus’a gitti. Daha sonra tekrar Fransa, İngiltere, İtalya, Prusya ve Avusturya devletlerinin başşehirlerini dolaştı.
1878’de İstanbul’a dâvet edilerek vezirlik rütbesiyle Meclis-i Âyân âzâlığına, daha sonra
da yeni teşkil olunan Mâliye Komisyonu Reisliğine tâyin olundu. 1878’de sadrâzamlığa getirildi. 93 Harbi denilen Osmanlı - Rus Harbi sonrasında sadârete getirilen Hayreddîn Paşa, bu makamda 7 ay 26 gün kaldı. Pâdişâhın yetkilerini yok sayması ve pâdişâha saygısızlık
sayılabilecek bâzı isteklerde bulunması sebebiyle, 1879’da sadâretten
azledildi. Hayreddîn Paşa, “Akvem-ül-Mesâlih
fî Mârifeti Ahvâl-il-Memâlik” adlı bir eser yazdı. Ancak, İbnü’l-Kayyım
el-Cevzî’nin bozuk fikirlerinden etkilenerek yazdığı bu eserinin basımı
yasaklandı.
Hayreddîn Paşa, tutulduğu nikris hastalığının
şiddetlenmesi sonucunda 1890’da İstanbul’da vefât etti. Eyüp’te Bostan İskelesi’nde hazırlanan kabre defnolundu. Mehmed Nûrî, Mehmed Hadi,
Mehmed Tâhir, Mehmed Sâlih, Mahbube ve Behiye adlı altı evlâdı vardı.
Ahmed Ârifî Paşa: * (1879-1879)
Özel eğitimle yetişti, birkaç dil
öğrendi. 1846’da babası Mehmed Sekip Paşa’nın büyükelçi olduğu Viyana’ya birinci kâtip olarak gönderildi. 1849’da Bâb-ı Âlî Tercüme Odası’na girdi. 1856’da Âlî Paşa * ile birlikte Paris’te bir kongreye katıldı, döndüğünde Bâb-ı Âlî’deki görevinin yanı sıra kendisine beylikçilik görevi de verildi.
1871’de Hâriciye Müsteşarı, 1872’de Viyana elçisi oldu. Eğitim ve inceliğiyle Sultan Abdülaziz’in ilgisini çekerek yeniden Dîvân-ı
Hümâyun tercümanlığına getirildi. Bir yıl sonra Matbuat Müdürlüğü de kendisine verildi. Daha sonra, vezirlik aşaması verilerek, 1874’te Râşid Paşa’nın yerine Hâriciye Nâzırı oldu. Sekiz ay bu görevi sürdürdü ve kısa aralıklarla Maârif ve Adliye nâzırlıklarında bulunduktan sonra, 1875’te ikinci kez Viyana elçiliğine gönderildi. 1877’de Paris’e elçi oldu.
Kısa bir süre sonra, Âyân Meclisi üyeliğine, daha sonra da başkanlığına getirildi. Osmanlı - Rus Savaşı sırasında, gergin
olan Türk-Fransız ilişkilerini düzeltmeye çalıştı.
Başvekillikte 2 ay 20 gün kaldı. Rumeli ve Anadolu’da âşâr sisteminin düzeltilmesi ve İstanbul’un elektriğe kavuşturulması başlıca başarılarından sayılır. 1880’de Şûrâ-yı Devlet Reisliğine
getirildi. Diplomasi dilinin Türkçeleştirilmesinde emeği geçen Ârifî Paşa ölümüne kadar Meclis-i Mahsus-i Vükelâ üyeliğinde kaldı.
Küçük Mehmed Saîd Paşa: * (1879-1880), (1880-1882), (1882-1882), (1882-1885), (1895-1895), (1901-1903), (1908-1908), (1911-1912)
Şûrâ-yı Devlet'te mêmur iken 1869'da İdâre-i Umûmiye-i Vilâyat Nizamnâmesi’ni (İller Genel Yönetimi Yönetmeliği) yazarak Âlî Paşa *'nın takdîrini
kazandı. Maârif Nezâreti mektupçuluğunda bulundu. II. Abdülhamit'in cülûsunda mâbeyn başkâtipliğine atanması (1 Eylül 1876)
kariyerinin dönüm noktası oldu. Daha önce önemli bir görevde bulunmadığı hâlde,
yeni pâdişâhın tahta geçtiği gün bugünkü "Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğine" eş olan bu makâma
getirilmesi çeşitli yorumlara yol açtı.
Saîd Bey'in, V. Murat'ın tahttan indirilmesi ve Abdülhamit'in saltanâtı ile sonuçlanan olaylarda, tam niteliği bilinmeyen bir rol
oynadığı rivâyet edildi. Abdülhamit tahta geçer geçmez, Tanzîmat'tan beri Bâb-ı Âlî'de odaklanan siyâsî iktidârın
dizginlerini Yıldız Sarayı'na çekmeye başladı. Bu süreçte Saîd Paşa sık sık eleştirildi.
4 Şubat 1878'de Ahmed Vefik Paşa'nın ısrârıyla saraydaki görevinden alındı, ancak Heyet-i Âyân Başkanlığına atandı. Ali Suavi Vakâsı’ndan sonra etrâfındaki herkesten kuşkulanan Abdülhamit'in
emriyle Ankara Vâliliğine gönderildi. Ancak kısa bir süre sonra geri çağırılarak 18
Ekim 1879'da "başvekil" unvânıyla sadrâzamlığa atandı. Bu târih, Abdülhamit'in ilk dönemindeki siyâsî belirsizliklerin sona erdiği ve iktidârın mutlak olarak saraya geçtiği târih
olarak kabul edilebilir.
Saîd Paşa'nın ilk sadrâzamlıklarının önemli olayları, Yıldız Mahkemesi'nde Midhat Paşa *'nın
yargılanarak îdâma mahkûm edilmesi (27 Haziran 1881), Muharrem Kararnâmesi ile Osmanlı borçlarının konsolide edilmesi ve Düyûn-u Umûmiye İdâresi'nin kurulması (20 Aralık 1881), Mısır'ın İngiliz denetimine girmesi
(11 Temmuz 1882) ve Doğu Rumeli'nin Bulgaristan'a ilhâkıdır (18 Eylül 1885). Bu son olaydan ötürü Saîd Paşa
azledildi ve uzun süre görevden uzaklaştırıldı.
8 Haziran 1895'te Ermeni Meselesi'nin çıkması üzerine Batılı devletlerin talebiyle reformlar yapmak üzere tekrar
göreve getirildi. Ancak 30 Eylül'de İstanbul'da Ermeniler tarafından düzenlenen bir gösterinin kanlı olaylara neden olması üzerine azledildi. Azlinden iki ay sonra pâdişah tarafından saraya çağrılınca, öldürüleceğinden çekinerek İngiltere sefâretine sığındı. Yazılı güvence verilmesi üzerine çıktı. 6 yıl kadar polis gözetimi altında zor bir hayat yaşadı.
1901'de tekrar sadrâzam atandı. Kendi ifâdesine göre bu
defâ sadâret vazîfesini,
icrâ mêmurluğundan ibâret gördü. Sadrâzamlığın "bostan korkuluğu
derecesine" düşürülmesinden şikâyet etti. Rumeli'nde çıkan isyânın şiddetlenmesi üzerine 22 Temmuz 1908'de bir kez daha sadârete atandı. Ertesi gün Abdülhamit'in isteği doğrultusunda Meşrûtiyet’in yeniden îlânına aracılık etti. İki hafta sonra pâdişâhın kabine listesine karışmasını gerekçe göstererek istifâ etti. Meşrûtiyet'in îlânından
sonra tekrar toplanan Âyân Meclisi’nde paşa tekrar başkanlık
görevini üstlendi.
31 Mart Olayı’ndan sonra, otuz yıldan beri karmaşık bir sadâkat ve nefret
ilişkisiyle bağlı olduğu II. Abdülhamit'in tahttan indirilip Selânik'e sürülmesinde başrolü oynadı. Ezelî rakîbi Kâmil Paşa'nın güç
kazanmasını önlemek için İttihat ve Terakkî Cemiyeti'ne yakınlaştı.
1911'de İtalyanların Trablusgarp'ı istilâsı üzerine çıkan kabine krizinde, meclisteki İttihat ve Terakkî grubunun desteğiyle bir kez daha sadrâzamlık makâmına geldi. Meşrûtiyet’in îlânı dolayısıyla oluşan umutların dağıldığı ve ülkenin
hızla felâkete sürüklendiği bir dönemde, İttihat ve Terakkî'nin fiilî egemenliği
altında dokuz buçuk ay imparatorluğu yönetti. 1912 Şubat’ında
yapılan "Sopalı Seçim"de
İttihat ve Terakkî'nin zorbalık ve hîle ile Meclis-i Mebûsan'ı ele geçirmesine göz yumdu. 16 Temmuz 1912'de, Halaskâr Zâbitan adlı bir askerî cuntanın İttihat ve Terakkî tahakkümüne karşı verdiği muhtıra üzerine sadrâzamlıktan
son kez istifâ etti. Bir buçuk yıl sonra vefât etti. Eyüp Sultan Câmii girişine defnedildi.
Cenanîzâde Mehmed Kadri Paşa: * (1880-1880)
Mêmuriyete Antep Kazâsı nüfus mukayyitliği ile başlamış, burada nüfus nâzırlığına geldikten sonra İstanbul’a taşınmıştır. Bir süre Tercüme Odası'nda çalışan Kadri Bey, 1864’te Mahkeme-i Ticâret-i Bahriye Reisliğine gelmiş, Meclis-i Âlî-i Hazâin başkâtipliği,
Meclis-i İdâre-i Bahriye Reisliği gibi
görevlerden sonra Altıncı Belediye Dâiresi Reisliğine tâyin edilmiştir. Bir ara Nâfia Nezâreti’nde
müsteşarlık yapan ve sonradan tekrar Altıncı Belediye Dâiresi’ne atanan Kadri
Paşa, buradan şehremânetine tâyin olunmuş, kısa bir süre Nâfia Nezâreti’nde ve Bahriye
Müsteşarlığında bulunduktan sonra tekrar şehremâneti görevine tâyin edilmiştir.
Bir sene kadar bu görevde kalan Kadri Paşa daha sonra 5 Şubat 1877 - 4 Şubat 1878
târihlerinde Şûrâ-yı Devlet Reisliği, Sivas ve Bağdat Vâliliği yapmıştır.
İstanbul’a Dâhiliye Nâzırı olarak dönen ve buradan Ticâret Nezâreti’ne atanan Kadri Paşa daha sonra kısa bir süre için sadrâzamlık yapmış, hemen ardından ise Edirne Valiliğine atanmış ve 11 Şubat 1884’te
burada vefât etmiştir. Mezarı Sezâî Dergâhı civârındadır.
Kendisine kayınbabası İzmir Vâlisi Hekim İsmâil Paşa'dan
intikal eden Boğaziçi Kanlıca'daki XIX. yüzyıl ortalarından kalma yalısı bugün paşanın ismiyle, Kadri Paşa Yalısı olarak anılmaktadır ve torunlarının mülkiyetindedir.
Kadri Paşa, Hekim İsmâil Paşa’nın kızı
Adviye ile evlenir, bu evlilikten Seniye, Afife, Makbûle, Mediha, Şevket, İsmâil
isimli çocukları dünyâya gelir. Kanlıca da bulunan yalıda yaşayan âile, uzunluğu 110 metreyi bulan yalının gemi kazâları sonucu yıkılıp parçalanmasıyla, dağılır.
Yıkılan bölümler üçüncü şahıslara satılır. Ana binâdan kalan kısmın şimdiki sâhipleri, Seniye ile evlenen Doktor Nazif Bey’in üç
çocuğundan biri olan kızı Günseli Görgün ve eski İstanbul Belediye Başkanı Prof. Kamuran Görgün'ün oğlu Adlan Görgün
ile evliliğinden olan çocuklarıdır (Taçlan-Mutlan). Bu yalı, İstanbul Boğazı’nda hâlâ ilk sâhipleri tarafından yaşatılmaya çalışılan çok
az eserden biridir.
Abdurrahman Nûreddîn Paşa: * (1882-1882)
Âilesi köken olarak Germiyanoğulları Âilesi’ne mensuptu. Babası Hacı Ali Paşa, oğlunun iyi bir
eğitim almasını sağlamış; daha sonra da idârî işlerin inceliklerini
öğretmiştir.
Paşa, bâzı küçük mêmurluklardan sonra, Şumnu, Varna ve Niş mutasarrıflıkları ile Prizren, Tuna,
Ankara,
Diyarbakır
ve Bağdat vâliliklerinde bulunmuş, Sadrâzam Küçük Mehmed Saîd Paşa'nın
yerine kısa bir süre başvekil olmuştur.
Mısır meselesine ilişkin
görüşleri II. Abdülhamit tarafından paylaşılmadığı için sadâretten azledilmiştir. 1882-1891 yılları arasında 9 yıl boyunca
Kastamonu Vâliliği yapmış, görev süresi
boyunca günümüze kadar gelen eserler bırakmıştır. Bunlar arasında bir liman
şehri ve ticâret merkezi olarak İnebolu ve Kastamonu Lisesi başta gelmektedir.
İzmir (Kasım 1891 - Mayıs 1893) ve Edirne vâliliklerinden
sonra 1895'ten îtibâren 12 yıl süreyle Adliye Nâzırlığı görevini yürütmüştür.
Kariyeri boyunca dürüstlüğüyle
tanınmıştır. 1912'de İstanbul'da vefât etmiştir, kabri Fâtih Sultan Mehmet Türbesi’nin hemen yanındadır. Tanınmış Türk müzikoloğu Hüseyin Sâdeddîn
Arel’in kızı Pakize Hanım'la evlenmiş olup, dâmâdıdır. Dâmâdının oluşturduğu muazzam kütüphâneyi bulunduran
konağı İstanbul'un işgâli sırasında Fransızlarca kasıtlı olarak yakılmıştır.
Abdurrahman Nûreddîn Paşa, ayrıca, Türk
Sanat Müziği üstâdı Münir Nûreddîn Selçuk'un dayısıdır.
Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa: * (1885-1891), (1895-1895), (1908-1909), (1912-1913)
Lefkoşa'da doğmuştur. Bugün Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti sınırları
içinde bulunan Gâzîler Köyü’nden Topçu Yüzbaşı Sâlih Ağa'nın oğludur. Kariyerine
Osmanlı Devleti'ne nominal bir bağımlılığı olan ve Kavalalı Mehmed Ali Paşa soyundan hıdivlerin yönetimindeki Mısır'da başlamıştır.
1851 Londra Dünyâ Fuarı esnâsında hıdivin oğullarından birine refâkat ederek İngiltere'yi ziyâret etmiş, çok iyi derecede İngilizce öğrenmiş ve ömür boyu
sürecek bir İngiliz hayranlığına kapılmıştır. Osmanlı Devleti
bünyesindeki kariyeri boyunca da İngiltere'ye yakın olarak bilinmiştir. Mısır'da on yıl kaldıktan sonra, 1860 yılında Osmanlı Devleti
hizmetine geçmiştir.
Doğu Rumeli, Hersek, Kosova, İzmir
(ismen Aydın)
ve memleketi Kıbrıs gibi pek çok vilâyette vâlilik görevleri yaptıktan sonra 1885 yılında ilk kez sadrâzamlığa atanmıştır.
Son sadrâzamlığı Bâb-ı Âlî Baskını ile son bulmuş, istifâsını sadrâzamlık makâmına gelen Enver Paşa'nın
kendisini tabanca ile tehdit etmesi sonucu vermiştir.
İstifâsından sonra yakın dostu Lord Herbert Kitchener tarafından dâvet
edildiği Kâhire'de üç ay kaldıktan sonra, (1878'de İngiliz yönetimine giren
memleketi Kıbrıs'ta yerleşmiş, Osmanlı siyâsetinde rüzgârların değişmesini beklemiştir. Ancak kendisinden
sonra sadrâzam olan Mahmud Şevket Paşa *'nın suikaste kurban gitmesi ve İttihatçıların muhâlif siyâsetçileri sürgüne yollamaya başlamaları ile ümitleri son bulmuştur. Sürgün
edilenler arasında bulunan âilesi de Kıbrıs'a yanına gelmiştir. Kıbrıslı Mehmed
Kâmil Paşa bu esnâda, İngiltere'ye gitmeye hazırlanırken, 14 Kasım 1913 günü kalp krizi
veya senkoptan ölmüş, Lefkoşa Arap Ahmed Paşa Câmii'ne gömülmüştür.
Kendisi aynı zamanda Kıbrıslı tiyatro
sanatçısı Zeki Alasya'nın da büyük dayısıydı.
Kabaağaçlızâde Ahmed Cevat Paşa: * (1891-1895)
Şûrâ-yı Askerî üyesi Afyonlu Kabaağaçlızâde Mustafa Âsım Bey'in oğludur. İlköğrenimini Bursa ve İstanbul'da yaptıktan sonra Harbiye'ye girdi. Harbiye'den 1869’da mêzuniyetinden sonra Erkân-ı Harbiye'ye alındı ve buradan da birincilikle mêzun oldu. Kısa
zamanda terfî görerek önce kolağası ve o sıralarda yazdığı “El-Ma’lûmâtü’l-Kâfiye
fî Ahvâl-il-Memâlik-il-Osmâniyye” adlı eserini pâdişâha takdim ile binbaşı oldu.
93 Harbi’nde Tuna Ordusu’na gönderilen Cevat Şâkir Paşa, önce Başkumandan Süleyman Paşa'nın yâverliğinde, sonra kaymakam rütbesiyle Necip Paşa Fırkası’nın
erkân-ı harbiye reisliğinde (kurmay başkanlığı) bulundu. 27 yaşındayken miralaylığa terfî ederek Peyker Paşa Kolordusu’nun erkân-ı harbiye reisliğine getirildi. Harpten sonra 1878 Berlin Antlaşması hükümlerinin uygulanmasında görevlendirildi.
1884’te Çetine elçiliğine tâyin edilerek rütbesi mirlivâlığa yükseltildi. Burada iki yıl kalan Cevat Şâkir Paşa rahatsızlığı sebebiyle Viyana’ya gitmek için izin istedi ise de, İstanbul’a gelmesi emrolundu. II. Abdülhamit'in dikkatini çeken ve takdîrini
kazanan Cevat Şâkir Paşa, dönüşünden sonra İstanbul’da Teftiş-i Askerî
Komisyonu üyeliğine getirildi.
Girit’teki karışıklıklar üzerine Girit fevkalâde kumandanlık ve vâli vekilliğine tâyin edildi. Adadaki Müslüman ve Hıristiyan ahâliye iyi idâresi ile kendini sevdirerek belli bir
uzlaşma ve âhenk ortamı têsis eden Cevat Şâkir Paşa hizmetine karşılık 40 yaşında müşirliğe yükseltildi. 1891'de de değerini takdir eden pâdişah tarafından sadrâzamlığa getirildi (1891).
Cevat Şâkir Paşa'nın 3 yılı aşkın sadrâzamlığı esnâsında tâkip ettiği siyâset dâhilde
ve hâriçte barışın muhâfazası oldu. Sadrâzamlığının en önemli konusu Ermeni Sorunu olmuştu. Cevat Şâkir Paşa, konusuna hâkim ve ülke
menfaatlerine müdrik bir devlet adamı sıfatıyla, sert fakat âdilâne kararlar
aldı. 1894'te sadrâzamlıktan alınarak Nişantaşı’ndaki evinde ikâmete mecbur edildi. Bu sırada Girit’te yeniden karışıklıkların çıkması üzerine Girit Fırka-i Askeriye Kumandanlığına tâyin edilerek 1897’de
adaya gönderildi. Girit’te Avrupa devletleri tarafından özel bir yönetim
tarzının empoze edileceği anlaşılıp, bu arada da Almanya İmparatoru Kayzer II. Wilhelm'in Suriye ve Filistin'e seyahat yapması kesinleşince, Cevat Şâkir Paşa kayzerin mihmandarlığına getirildi. Ancak imparatorla görüşmesinden sonra karargâhı Şam’da bulunan Beşinci Ordu Kumandanlığına tâyin
edildi. Burada rahatsızlanan Cevat Şâkir Paşa, doktorların verdiği raporla İstanbul’a geldi ve 1900’de vefât etti. Fâtih'te Buharalı Emir Ahmed Türbesi karşısında inşâ edilen özel bir türbede gömülüdür.
Cevat Şâkir Paşa, aydın, bilgili ve dürüst bir devlet adamıydı. Arapça, Farsça, Fransızca, Rumca ve İtalyanca bilirdi. Türkçe'de emsâli bulunmayan 10 ciltlik Târih-i Askerî-i Osmânî adlı eseri çok değerlidir. Eserde Osmanlı İmparatorluğunda
eskiden beri mevcut muhtelif askerî teşekkül ve müesseseler, 1826 yılına
kadarki önemli savaşlar hakkında bilgi verilmektedir. Yalnız yeniçerilere âit olan birinci cildi basılmıştır. Ayrıca kıyâfetleri
ve o devrin silah ve teçhîzâtını gösterir bir albümü Paris’te basılmıştır. Bunlardan başka, “Riyaziyenin Mebahis-i Dakikası”, “Kimyânın Sanâyie Tatbîki”, “Semâ
ve Telefon” gibi bilimsel eserleri de mevcuttur. Ancak 24 nüshası
yayınlanan "Yâdigâr" adlı bir de dergi çıkarmıştır.
Sadrâzamlığım esnâsında Bâb-ı Âlî bahçesinde yaptırdığı kütüphâne bugün de Cevat Paşa Kütüphânesi adı ile anılmakta
olup, Başbakanlık
Osmanlı Arşivlerinin bir deposudur. Beş bin ciltlik şahsî
kütüphânesini İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne bağışlamıştır. Kardeşi Mehmed Şâkir Paşa da önemli
devlet hizmetlerinde bulunmuş, ağabeyinin görevden alınarak ev hapsine mahkûm
edilmesi üzerine uğradığı haksızlığı kınamak için istifâ ederek Büyükada'da hâlen Şâkirpaşa Köşkü olarak anılan evine çekilmiştir. Cevat Şâkir Paşa, kardeşi Mehmed Şâkir Paşa'nın oğlu olan ve Halikarnas
Balıkçısı olarak tanınan Cevat Şâkir Kabaağaçlı'nın amcasıdır. Şâkirpaşalar Âilesi olarak anıla gelen âile
fertleri arasında özellikle sanat alanlarında ismini duyurmuş pek çok isim
yetişmiştir.
Halil Rifat Paşa: * (1895-1901)
Selânik Vilâyeti’nin Siroz Sancağı’na bağlı Lika Köyü’nde "Bölükbaşı Âilesi" olarak tanınan bir âilenin
çocuğu olarak doğmuştur.
Halil Rifat Paşa, Osmanlı bürokrasi kademesinin en altı olan tahrirât kaleminden, en üst makam olan sadrâzamlığa kadar yükselmiş önemli bir devlet adamıdır. Sıbyan
mektebinde yeteneği fark edilip bölge eşrâfından bir zâtın himâyesinde İstanbul'da Mülkiye Mektebi’nde eğitimini tamamlamıştır.
Kâtip olarak mêmuriyete
başlayarak bürokrasi içinde yetişen Halil Rifat, çeşitli vilâyetlerde dîvan kâtipliği, mektupçuluk, mutasarrıflık, vâlilik ve sonra Dâhiliye Nâzırlığı ve sadrâzamlık vazîfelerinde bulundu. Mêmuriyet hayâtındaki en parlak icraatlarını
Sivas,
Aydın (İzmir) ve Manastır Vilâyeti vâlilikleri
dönemlerinde gerçekleştirdi. Balkanlar’da eşkıyâya karşı orijinal mücâdele taktikleri ve Anadolu’da bayındırlık alanında vatandaş-devlet işbirliği ile
gerçekleştirdiği çalışmalarla şöhrete ulaştı.
1882'de o devirde vilâyet merkezi olan Sivas'a vâli olarak gönderilmiştir. Yol, içme suyu, tarım, orman
alanlarında bölgeye çok hizmet vermiştir. Trabzon-Canik-Elazığ-Malatya-Hasançelebi sınırına kadar 410
kilometrelik Bağdat Yolu’nu
yaptırmış, bu yol üzerinde 314 köprü ve 829 menfez inşâ etmiştir. Çamlıbel’e kendi parası ile bir çeşme, Tokat-Niksar-Ünye’ye kadar olan 76 kilometrelik şoseyi, Kelkit Çayı üzerinde 630 metre
uzunluğunda 41 gözlü Hâmidiye Köprüsü'nü yaptırmıştır. Bunlar dışında 55 köprü ile 32 menfez inşâsını
gerçekleştirmiştir. Yozgat-Çorum sınırına kadar 63 kilometre yol açtırmış ve köprüler
yaptırmıştır. Merzifon-Osmancık arası yolu 59 kilometrelik bir şose ile
bağlattırmıştır; Şebinkarahisar’dan Trabzon ve Giresun illerine kadar, 64 kilometrelik bir yol ile Sivas-Hafik-Zara-Koyulhisar-Mesudiye ve Ordu illerine kadar 212
kilometrelik şose, 92 köprü, 300’den fazla menfez yaptırmıştır.
Ayrıca Sivas’ın kasabalarının ve birçok köyün yollarını inşâ
ettirmiştir. Yol dâvâsındaki şu sözü târihe geçmiştir: “Gidemediğin yer senin değildir.” Bütün bu hizmetleri sonunda
Sivas’tan görev îcâbı ayrılarak İzmir’e tâyin olmuştur. 1885-1886
ve 1889-1891 yılları arasında iki dönem İzmir Vâliliği yapmıştır.
XIX. yüzyıldaki yüzlerce vâli arasında özellikle
yol yapımı konusunda isim bırakan tek şahsiyet Halil Rifat Paşa’dır. Dâhiliye Nâzırlığı ve sadrâzamlığının ilk yıllarında en fazla meşgul olduğu mesele Ermeni İsyanları idi. Dâhiliye Nâzırlığı
görevindeyken başlattığı Dârülaceze projesinin sadrâzamlığının altıncı ayında tamamlanmasıyla resmî
açılışını bizzat yapabilmiştir. II. Abdülhamit döneminde bütün işlerin saraydan yürütüldüğü ve sadrâzamların nispeten az rolünün
bulunduğu bir zamanda, yumuşak huyluluğu ve pâdişâha sadâkati sâyesinde 9 Kasım 1901’de vefât edene kadar makâmını
muhâfaza edebilmiştir. 6 yıllık bu sadrâzamlık görevi esnâsında da başarılı
hizmetlere imzâ atmıştır.
1901 yılında vefât etmiştir. Eyüp'te defnedilmiştir. Bostan İskelesi Sokağı ile
Boyacı Sokağı’nın birleştiği yerde, tam köşedeki türbe Halil Rıfat Paşa'ya âittir. Sadrâzam Halil Rıfat Paşa bir karakter olarak “Elvedâ Rumeli” dizisinde de
canlandırılmıştır.
Avlonyalı Mehmed Ferid Paşa: * (1903-1908)
1851 târihinde Arnavutluk, Yanya’da doğmuştur. Avlonyalı Mutasarrıf Mustafa Nûrî Paşa’nın
oğludur. Yanya Rum Lisesi’nde okumuş, özel öğretmenlerden yedi yıl Arapça, Fransızca, İtalyanca ve Rumca dersleri aldı.
1867 yılında babasının Resmo
Mutasarrıflığında, Resmo Cinâyet Meclisi başkâtipliği görevi ile mêmuriyete
başlamıştır. 1889’da vezirlik rütbesi ile Konya Vâliliği yapmış, 1903 yılında,
Rumeli Islahat Komisyonu Reisliği görevinde
bulunduğu sırada, sadrâzam olmuştur.
Konya Vâlisi iken önemli başarılar
kazanmış, pâdişâha sadâkatle hizmet etmiştir. Bir ara Konya’yı ziyâret eden Alman elçisinin güvenini kazanıp, onun tarafından pâdişâha methedildiği ve nihâyet saray mensuplarından İzzet Paşa *’nın güvenini kazanmış olduğu da söylenir.
Devlet işleri daha da ağırlaşmadan Sadrâzam Saîd Paşa’nın azline gerek görüldüğünden İstanbul’a dâvet edilmiş, kendisinden sadâkat senedi alınarak sadrâzam tâyin edilmiştir. Mehmed
Ferid Paşa, Kânûn-i Esâsî’nin
tekrar îlan edilmesi zorunluluğu ortaya çıkınca azledilmiştir. Azil nedeni
olarak da; Rumeli’de
çıkan olayları yatıştıramaması, pâdişâha meşrûtî yönetimin kabul edilmesi
tavsiyesinde bulunması ve Meşrûtiyet için İttihat ve Terakkî’ye yardım ettiği iddiâları vardır. Esas neden ise, Kânûn-i Esâsî’nin
tekrar îlan edilmesinde yeni bir sadrâzama ihtiyaç duyulmuş olmasıdır. Ayrıca
yeni dönemde deneyimli bir sadrâzam atanarak başta İngiltere olmak üzere Düvel-i Muazzama’nın desteğinin alınması düşünülmüştür. İttihat ve Terakkî
ile mücâdele döneminin Sadrâzam Mehmed Ferid Paşa’nın görevinden alınması,
sorumluluğun da ona yüklenmesi anlamına geliyordu. Yapılan hükûmet değişikliğinde,
sadrâzam ve Serasker Rızâ Paşa dışındaki hükûmet üyeleri yerlerinde
bırakılmıştır.
Hüseyin Hilmi Paşa: * (1909-1909), (1909-1910)
Osmanlı idâresinde devlet görevine
sekreter olarak başladı ve yavaş yavaş yükseldi. 1897'de Adana'ya 1902'de de Yemen'e vâli oldu. Aynı yıl, 1902'de Balkanlarda Osmanlı Devleti adına gözlemlerde bulunmak üzere
Makedonya Müfettiş-i Umûmîliği görevine atandı.
1908'de Osmanlı Anayasası'nın yeniden yürürlüğe girmesinden sonra Osmanlı
Devleti'nin Dâhiliye Nâzırı oldu. Sadrâzamlıktan sonraki görevi, 1912'de atandığı Viyana büyükelçiliği olmuştur.
Osmanlı Devleti'nin son Viyana büyükelçisi olarak yedi yıl görev yaptıktan sonra sağlık
sorunları nedeniyle görevi bırakan Hilmi Paşa, Viyana'da yaşamayı sürdürmüş ve
aynı kentte 1922'de hayâtını kaybetmiştir. Cenâzesi İstanbul'a getirilmiş ve Beşiktaş'taki Yahyâ Efendi Dergâhı’nda toprağa verilmiştir.
Bestekâr Nazife Güran'ın dedesidir.
Ahmed Tevfik Paşa: * (1909-1909), (1918-1919), (1920-1922)
Subayken askerden ayrılarak Bâb-ı Âlî Tercüme Odası'na girdi. 1872'den sonra çeşitli dış görevlerde bulundu, Atina ve Berlin'de elçilik yaptı. 1908'de II. Meşrûtiyet'in îlânından sonra Âyân Meclisi üyeliğine atandı. 31 Mart Olayı sırasında istifâ eden Hüseyin Hilmi Paşa'nın yerine sadrâzamlığa getirildi.
Hareket Ordusu'nun İstanbul'a girerek denetimi ele geçirmesi ve II. Abdülhamit'i tahttan indirilmesi üzerine istifâ etti. Daha sonra Londra elçiliğine atandı.
I. Dünyâ Savaşı'ndan sonra Ahmed İzzet Paşa *'nın istifâsı üzerine ikinci kez sadrâzamlığa getirildi.
Ocak 1919'da pâdişâha yakın kişilerden oluşan yeni bir hükûmet kurdu. Ama bu değişikliğin Hürriyet ve Îtilaf Fırkası'nı tatmin etmemesi üzerine istifâ etmek zorunda kaldı.
Paris Barış Konferansı'nda (1919) Osmanlı heyetine başkanlık etti.
21 Ekim 1920'de Dâmad Ferid Paşa *'nın yerine sadrâzamlığa getirildi. Görevi sırasında Ankara Hükûmeti'ne, Londra Konferansı'na (Şubat-Mart 1921) birlikte katılmayı önerdi, ama Mustafa Kemal'in bunu reddetmesi üzerine konferansta Ankara Hükûmeti'ni Bekir Sâmi Bey, İstanbul Hükûmeti'ni ise Tevfik Paşa temsil etti. Konferans sırasında Türkiye'nin tek temsilcisinin Ankara Hükûmeti olduğunu belirterek
sözü Bekir Sâmi Bey'e bıraktı.
1 Kasım 1922'de Saltanâtın Kaldırılması'ndan sonra istifâ etti (4 Kasım 1922).
1934'te Okday soyadını aldı.
8 Ekim
1936'da vefât etti ve Edirnekapı Şehitliğine defnedildi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yapabilirsiniz.